AVANT-GARDE!?

Tüm Radyo Hacettepe dinleyenlerine merhabalar! Bu yazımda Kasım ayında yayın hayatına başlayan programım Avant Garde Sesler’den bahsedeceğim. Öncelikle avant-garde nedir, ne değildir; biraz sözcük anlamına ve diğer alanlardaki kullanımına değinmek istiyorum.
 Fransızca kökenli bir askeri terim olan avant-garde “öncü birlik” anlamına geliyor. Gerek Fransızcada gerek diğer dillerde kültür, sanat ve politika ile bağlantılı olarak, "yenilikçi" veya "deneysel" işler veya kişiler anlamında kullanılıyor. Sanat ve siyaset alanında kullanılan avant-garde terimi, Rönesans'ın askeri teorisinden devşirilmiş bir metafordur. Avangart sanat; kültür, gerçeklik tanımları içindeki kabul edilmiş normları sarsıp sınırlarını değiştirmeyi amaç edinir. Bu normlar sosyal reformdan estetik deneyimlerin değişimine kadar çeşitlilik gösterebilir. 


Ben de şu an var olanlara inat, kimler neler üretmiş, normları sarsınca ortaya neler dökülmüş görmek istedim. Gördüklerimi de her Pazartesi sizlerle paylaşayım dedim ve ortaya Avant – Garde Sesler çıktı. Avant – Garde Sesler’de de bu başlık altında öncelikle deneysel; elektronik, soul, trip-hop gibi tarzlara yer veriyorum. Yeniye ve bilinmeyene doğru çıktığım bu yolculukta bana katılmak isteyenler için ilk durağımız 87.7 frekansı. J

Unutmadan; bugüne kadar programda yer verdiğim bir – iki parçayı da sizlerle paylaşmak istedim. Beğeninize…J



Betül Ceren Taştoka

Tazecik albümler: Paul McCartney - New

Tazecik albümler köşemizde bu hafta Paul McCartney’i ağırlıyoruz. İngiltere’nin Liverpool kentinde hemşire olan annesi Mary ve II. Dünya Savaşı’nın ardından itfaiyeci olarak çalışan babası James (Jim) McCartney’in ilk çocuğu olarak 18 Haziran 1942 yılında dünyaya geldi.




Okula gittiği yıllarda daha sonradan efsaneleşen grubu Beatles’ın ilk üyesiyle tanıştı.  90 kişinin girdiği bir sınavda başarılı olan 3 kişiden biri olan McCartney, Liverpool Institute’a girme hakkı kazandı. 1954 yılında kazandığı bu okula giderken McCartney, George Harrison ile tanıştı.



(George Harrison)


Bundan yıllar yıllar sonra da annesi Mary’i kanser nedeniyle kaybettiği sıralarda, kendisi gibi annesi Julia’yı kaybetmiş olan John Lennon ile tanışma fırsatı buldu.
                                                                                                                                                                                                                                              (John Lennon)

Beatles’ın adımını daha küçük yaşlarda atan bu gençler o yıllarda tanınacaklarına belki de bu kadar umutlu değildi. Uzun yıllar sonucunda emeklerinin ilk meyvelerini almaya başladılar. Öncelikle Lennon, Harrison ve McCartney Quarrymen adındaki grupta aynı paydada buluştuktan sonra, yeni projelerine isim aramaya başladılar. Beatals, Johnny and the Moondogs ve Silver Beetles isimlerini alma konusunda kafaları karışmış olsa da son olarak 1960 yılının ağustos ayında Beatles adını aldılar. Böylece parıldayan yıldızlar olma adındaki ilk adımlarını attılar. Art arda çıkan ve sevilen şarkılarıyla kısa sürede üne kavuştular.

Bu hafta da Beatles’ın yıldızlarından Paul McCartney’in “New” adını verdiği 16. stüdyo albümüyleyiz. 

Aslında geçtiğimiz yıl da “Kisses on the Bottom” adındaki 15. solo albümünü çıkarmıştı. O albümde de birbirinden özel şarkılarıyla beraber birbirinden güzel cover şarkılara da yer vermişti. Üst üste birbirinden güzel şarkılarla sevenlerini yalnız bırakmaması açısından gerçekten harika bir durum olduğunu da belirtmek istiyorum.

Albüm şarkılarından sizler için dinlemenizi tavsiye edebileceğim şarkılardan ilki “Queenie Eye”. Şarkının klibinde de resmen ünlüler geçidi yaşandı. “Kisses on the Bottom“ albümünde yer alan “My Valentine” şarkısının klibinde oynayan Johnny Depp’ten başka Kate Moss, Jusde Law, Meryl Streep, Sean Penn, Tom Ford ve Jeremy Irons yer alıyor. Şarkıya gerçekten bayıldım diyebilirim. Klibini izlemek isteyenler için:


Önerebileceğim diğer şarkılar ise şöyle: “Save Us”, “I Can Bet”, “Turned Out”, “Alligator”, “Everybody Out There”, “On My Way to Work”, “Early Days”, “Road”

                                                     Yeniden görüşünceye dek müzikle kalın ;)
                                                                           Deniz Damla Ünsal



Barcelona Barcelona

‘’Sıcacık bir şehir’’
Böyle başlasın istiyorum hikâyem…
          Gördüğüm en güzel şehirdi. Kendimi en özgür hissettiğim şehir...  Aralık ayında gittim ama yinede hava neredeyse 20 dereceydi. Eh sıcacık bir şehir dedim ya, gerçekten de o sıcak karşılamayla kalbimi ilk anda çaldı… Belki Avrupa’nın çoğu şehri geceleri uyumaz ama Barcelona’nın devinimi bi başkaydı.. Ayak bastığım anda yüzüme vuran deniz kokusuyla içimden geçen cümleler aynen şunlardır ‘’işte buldum, doğduğumdan beri aradığım evim!!’’ J
            2 gece 3 günlük bir geziden sonra ayrılmak zorunda kaldığım evim.  Şimdi Barcelona anlatılmaz yaşanır diyeceğim ama elimden geldiğince zorlayacağım kendimi tarif edebilmek için…
Dediğim gibi havası suyu bir ayrı zaten. Sokakta gezerken o minicik ara sokaklarını gezmeyi sakın unutmayın. Bunu yaparken bir pencereden diğerine iple asılmış çamaşırlar görürseniz de asla şaşırmayın.. Yan yana iki kişinin zor yürüdüğü, arnavut kaldırımıyla bezeli, eski ama bakımlı evelerle bütünleşmiş dar sokaklarda karşınıza kâh minik bir İspanyol çocuk kâh bir sokak çalgıcısı veya hayattan yorulmuş bir İspanyol hanım çıkabilir. Fotoğraf çekilmek için şahane yerler.

            La Rambla caddesinden başlanan gezi gotik katedralle devam etmeli… Gezilesi yerlerin geneli birbirine yakın olduğu için ulaşıma fazla para harcamanıza gerek olmuyor. Yürümek özgürlüktür!! Ayrıntıları kaçırmamakta sizin tekelinize geçmiş olur böylece. Sokaklarda karşınıza her şey çıkabilir; profesyonel makyajlarla gerçekten heykelleşen canlı heykeller, mandalinaları üzerinde güzellikten bir hal olmuş mandalina ağaçları… Veya bir binanın fotoğrafını çekerken kareye girdiğini fark eden bir İspanyol size poz verebilir mesela.
           Tibidabo tepesi size hayatınızda görüp görebileceğiniz en güzel manzaralardan birini sunar. Yalnız dikkatli olun derim… Evet Tibidabo tepesi kapanış için gerçekten güzel bir seçim ama teleferikle çıkıldığı için biraz riskli. Teleferiğin saatleri var ve erken saatlerde bitiyor. Ona göre bir zaman seçmenizi öneririm.
            Eğer cesaretiniz varsa ve kışın gitmişseniz o muhteşem plajda denize girmeyi deneyin derim. Ben giremedim ama her daim sıcak olan havada gerçekten garip kaçacağını sanmıyorum. Kaç kilometre olduğunu tahmin bile edemediğim palmiyelerin ayağında akıp giden o güzelliği görün isterim.

            Espanyol meydanının tam ortada dursanız 4 yanınızda da farklı bir şaheser görürsünüz. Durduğunuz yer de buna dâhil. Meydanın tam ortasındaki heykelden bahsediyorum. Bir yanında arena, bir yanında saray, iki yanında çok hoş bir mimariyle yapılmış devlet binaları… Işıklar sönmeden saraya çıkmalısınız çünkü ışıklandırması pek iyi değil.. Kendinize bir anda yalnızca yıldızların ve ayın aydınlattığı bir yerde bulabilirsiniz. O görüntü de hiç fena değil ama ayrıntıları yakalamak güçleşiyor maalesef. Aslında tam güneş batarken çıkıp güneşi orada batırmak en iyi seçenek. Çünkü sarayın önünde gitar çalıp şarkı söyleyen yaşlı gitarist amcanın güzel sesinden naif İspanyol ezgilerini dinlerken karşınızda bir şehrin ışıklarla nasıl güzelleştiğine şahit olacaksınız. Düşündükçe hatırlıyorum da unuttuğum ne çok şey varmış.
            Flamenko gösterilerini izlemek sizleri çok eğlendirebilir. Bir şeyler atıştırmak için girdiğiniz restoranın orta yerinde dans etmeye başlayan dansçılara aman şaşırayım demeyin. Çünkü Barcelona’da hiç bir şey imkânsız değildir.


            Sagrada Familia mutlaka görmeniz gereken bir yapı. Kapadokya’yı anımsatan bu yapı modern bir şehrin tam ortasında duruyor. Bu devasa boyuttaki hazine büyüleyiveriyor işte insanı. Önündeki kahvecilerde bu manzara eşliğinde bir kahve içmeyi ihmal etmezsiniz umarım.
            Bir de çok ilginç bir parkı var. Parc Guell… Guell ismindeki ressamın anısına yapılmış;  tasarımı ve yapısı çok ilginç, hiçbir yerde görmemişsinizdir. Bir tek orda var işte J Oraya da karanlıkta gitmeyin her şeyi kaçırırsınız. Otların arasından size bakan kedilerin gözlerinden başka bir şey kolay kolay görebileceğinizi sanmıyorum J

              Kurbağa şeklinde evi ve onun karşı çaprazındaki marşmelov şeklindeki evi de unutmayalım. İçlerine giremedim ama kurbağa evin içi de kurbağa şeklinde... Her an her yerde bulma ihtimalimizin olmadığı yapılar işte böyle çekici geliyor insana… Çok normal aslında... Orayı sevmek çok insanî. J
         
        Son olarak denize karşı oturduğunuz kafede İspanyol biranızı yudumlamayı unutayım demeyin. Çünkü o an tüm yorgunluğunuzu unutup orda zaman dursun dediğiniz an...

                                                         Göksu ÖZTÜRK

Her Cumartesi, Nöbet Tutulması!

           Cumartesi akşamları artık radyosuz kimse kalmayacak" sloganı ile bu yola çıktık. Belki de çoğu kişi zaten radyosuz değildi fakat bizim de bir slogana ihtiyacımız vardı.

            Genel olarak kafanızda dönen bir fikriniz varsa ve gerçekleşmesine neredeyse bir adım kalan bu fikre bir isim bulacaksanız bu fikrin nükleer enerjide devrim yaratacak bir fikir olması ya da buji törpüleme projesi olması pek de önem taşımıyor. Fikir ne olursa olsun, isim bulmak fikri bulmak kadar zor olabilir hatta olmuştur da.

            Biz de Sezer'le bir proje ile yola çıktık. Projenin saati itibariyle çıktığımız yolun ucu biraz karanlıktı ve karanlık kendini göstermeye başladığında, hele de bu karanlık hafta sonunda ise göreceğiniz açık her yer o günün "nöbetçisi" sayılır. Müzik konusunda kararsızlığa düşen ve ne yapacağını bilemeyenler için frekansların da nöbeti vardır diye düşündük, bu nöbeti de 19:00'dan itibaren biz devraldık. Her Cumartesi saat 19.00'da haftanın o 5 nadide gününde olan biten, uzayıp bitmeyen, hatta gündemde olmayan şeyleri bile Sezer'le konuşup iyice karıştırıyoruz. Karıştırıyoruz çünkü olan biteni çözmek için çok fazla çaba gösteriliyor, insanların çabası boşa gitmesin diyoruz, bir de biz el atıyoruz!

             Konuları karıştırırken dikkat dağıtmayı da ihmal etmiyoruz, dağıttığımız dikkatlerle ilgili belirtiler gösteren herkese telafi için hashtag kampanyaları düzenliyoruz. Bu kampanyalarda hashtag alım satımı ile ilgili bize gelen hiçbir soruya cevap vermiyoruz. Hep kullandığımız ama mucidini asla merak etmeyeceğimiz şeylerin mucidini radyomuza büyük ısrarlarla getiriyoruz fakat konuklar birlikte ne hikmetse stüdyoda her zaman iki kişi oluyor. Bazen bugünden sıkılan olmuştur diyoruz, tarihin tozlu sayfalarını dikkatlice çevirerek geçmişe gidiyoruz, nöbet kostümlerimiz toza duyarlı olduğu için biz de duyarlı sayılıyoruz. Çoğu zaman geçmişte sıkışıp kalıyoruz, geri döndüğümüzde ise ne olacağını biz dahi bilmiyoruz. 

             Anlatacak daha az şey var, daha fazlası için gidilmesi gereken yolu bilmiyoruz fakat daha azını isteyenler için Cumartesi günü Nöbetçi Radyo'da frekansımız sonuna dek açık oluyor.

                                                                                         Tansel Erdem YILMAZ

Sonsuz Saygı Duruşu


"Uluslararası anlayış, işbirliği ve barış yolunda çaba göstermiş üstün bir kişi;
Olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş bir devrimci;
Sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder;
İnsan haklarına saygılı;
Dünya Barışının öncüsü;
Bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, din, ırk ayırımı gözetmeyen;
Eşsiz bir devlet Adamı;
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu"
                                                                                      UNESCO

İşte 152 ülkeye bu gerçeği dile getirterek imza attırabilen Mustafa Kemal ATATÜRK'ü yakamızda taşıdığımız kadar fikir ve eylemlerimize taşıyabildiğimiz zaman...
O'nu özlediğimiz kadar özümsediğimiz zaman...

Huzurla uyu "Sönmeyen Güneş", biz buradayız...
                                                                                                  Sıla Köylüoğlu 


             Norveççede "ATATÜRK gibi düşünmek" deyimi varmış. Ve birine çözmesi için bir problem verildiğinde o da tembellik edip çözmediğinde, bu problemin mutlaka çözümü var, bir de ATATÜRK gibi düşün deniliyormuş.
Atatürk hakkında fazla söze gerek yok aslında. O kadar büyük bir kayıptı ki sadece Türkiye’nin değil bütün dünyanın kaybıydı 10 kasım günü.
Huzur içinde uyu Ulu Önder ATATÜRK.
                                                                                                      Sezer HOTİ


            O sadece çocukken yalnızca fotoğrafını görüp sevdiğimiz, bir baba gibi hissettiğimiz insan olan Mustafa Kemal Atatürk değildi… Aynı zamanda bir öğretmendi... Konuk olduğu okullarda girdiği sınıflarda kendisini anımsayan ve ayağa kalkan öğrencilere “Ben misafirim. Sizler sadece öğretmeniniz geldiğinde ayağa kalkmalısınız” diyen gururlu bir başöğretmendi…
O aynı zamanda bir milli mücadeleciydi. Milli mücadelesini bir başka bayrağı hâkimiyet altına alarak ya da onu ezerek değil, hangi bayrak olursa olsun, milletin onurunu temsil eden bayrağın ayaklar altında ezilmesine göz yummayacak kadar gururlu bir devlet adamıydı.
O Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuydu, bir siyasetçiydi ve bir askerdi. İleri görüşlü, zeki, çevik, çalışkandı.
Mustafa Kemal Atatürk bunların hepsi ve daha fazlası olan ‘en’lerin ötesinde bir adamdı. Keşke biraz daha hayatta olsaydı, keşke 10 Kasım 1938 günü saat 9’u 5 geçe hayata gözlerini yummasaydı da şuan hala onu tanıyanlar olsaydı etrafımızda. Onun her saniyesini ince ince bizlere çok daha fazla anlatsaydı…
Hayatta olmasa da ona bir mesajımız var: Bıraktığın mirasını yaşatmak için çalışacağız Atam!
                                                                                               
                                                                                   Deniz Damla ÜNSAL


Ben küçüktüm, daha 5- 6 yaşımdaydım belki de… Ta o zamanlar tanıştım mavi gözlü devle. Belki de daha öncesinde ama aklım o kadarını hatırlıyor. İlkokul yıllarımda her gün adını söylerdik andımız eşliğinde; ezberlerdik, ezberletirdik her gün yeniden herkese. Bu nankör günlerde olduğundan farklıydı yani. Sınıfta gözü üstümüzdeydi mesela ya da kitabın kapağını her kaldırışımızda göz göze gelirdik. Biz onu severek büyüdük. O olmasa olamayacağımızın farkına vararak. Her 10 Kasım’da Anıtkabir’i ziyaret ederek, ağlayarak, anarak, teşekkür ederek, ağlayarak. Bugün de yine ve yine binlerce kez teşekkürler atam. Açtığın yolda gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerek büyüdüğümü unutmadım…
                                                                                                       
                                                                                                Göksu Öztürk 


           Yaşayan tek lider o. Bıraktığı fikri miras ve Türkiye’nin bugünkü ve yarınki sorunlarının çözümünde kullanılabilecek Atatürkçülük ideolojisiyle, her an milletiyle birlikte olan ve her 10 Kasım gününde, adeta yeniden doğan bir lider. Atamızı, vefatının 75. yıldönümünde özlemle anıyoruz.
                                                                                                           Meliz Ersoy


         Söyleyen kişi ve söylediği durumdan bağımsız olarak güzel sözdür “Gidemediğin yer senin değildir.”; çünkü herkes kendince güzel bir anlam çıkarabilir bu sözden. 10 Kasım 1938 günü -pek çok şehrini ziyaret etmiş olsa da- ziyaret edemediği diğer pek çok yerler de dahil olmak üzere tüm Türkiye Mustafa Kemal’indi. Onun hayata gözlerini kapayışının acısını sanki kendi babası, evladı kardeşiymişçesine yaşıyordu; herkes bu ismi soluyor bu ismi gözyaşlarıyla toprağa döküyordu. Dünyada pek az ulusun sahip olabileceği türden bu kutsal maneviyat, tarih bağıyla bu topraklara mühürlenmiştir. Bugün ve yarın ne yaşanırsa yaşansın geçmiş hep baki kalır. İşte bu yüzdendir ki aradan üççeyrek asır dahi geçmiş olsa; o malum günün 9’u 5 geçesinin üzerinden bir dakika bile geçmemiş gibi bayraklar yarıya iner, hayat durur ve “onlar ağır ellerini toprağa basıp doğrulurlar”… Minnetle ve gururla anıyoruz…
                                                                                          Nevinur Kökavcı


Kocabaş yığıldı çamura
Büyüdü gözleri, büyüdü yürek kadar.
Örtüldü gözleri, örtüldü hep…
Kalır mı Mustafa Kemal’in kağnısı bacım?
Kocabaş’ın yerine koştu kendini Elifçik
Yürüdü düşman üzerine yüceden yüceden…

            Yalnızca 10 Kasım’da değil, Kocabaşların çamura yığıldığını yüreğimde her duyuşumda içimden bir şeyler kopuyor. Çünkü “dağlarda tek tek ateşler yanıyordu. Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki, şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden, güzel, rahat günlere inanıyordu…” Binlerce annenin evladını yitirdiği, koca bir ulusun istiklal mücadelesi verdiği günlerden geldik bugüne. Ve o günler bize bir şey getirdi. “Ya istiklal, ya ölüm”dü çünkü söz. Öyle ya, “istiklal” geleceğe armağan edildi, geçmişte “ölüm” kaldı…
            Ben de şayak kalpaklı adam gibi hep güzel günlere inandım. Nasıl olabilirdi ki? Yıldızlar bu kadar parlakken… Nasıl insanlar birbirine böyle zulmedebilirdi… Bunlar her aklıma düştüğünde beş adım sağımda durur Atatürk… Sarışın bir kurda benzer ve mavi gözleri çakmak çakmak parlar gecenin karanlığında… Karanlıkta akan bir yıldız gibi kayar göklerde ve bana şunu fısıldar… “Senin adın Elif… Senin adın Elif…” Ayın altında yürüyen kağnıların gıcırtılarını duyarım o zaman. Ateş alan silahların sesi hala kulağımda. Bir daha duysun istemem lise çağında çocukları bu toprakların… Bir daha sönsün istemem ocaklar. Bir daha kimse dövmesin kapımızı düşmanca. Yüce bir halkın kalkıp da yedi düvele meydan okuduğu bu savaşlardan geriye özgürlük kalsın istedi Atam. Şaşılacak şey hala. Böyle bir destanın benzeri yok… Ancak ve ancak özgürlüğü için savaşmalı insan hayatta. Barış için mücadele etmeli. Akıl için direnmeli.
            Bana bunları öğreten mavi gözlü bir adam… Sıradan belki, sen ben gibi bir anadan doğma. Ama kimse yerini dolduramıyor. Her yıl bir kez daha 9’u 5 geçe derin koma içinde terki hayat ediyor. Ve kabrindeki saygı duruşunun ardından… Bir kez daha küllerinden doğuyor. Salih Bozok yanında, mutlu gülümsüyor… Kalbi sapasağlam. Ve şayak kalpaklı adam da gülümsüyor yıldızların altında… Teşekkür ederim sevgili atam…  
                                                                                              
                                                                                            Özen Pelin Duran 

    

Tazecik Albümler: Franz Ferdinand - Right Thoughts, Right Words, Right Action




Tazecik Albümler köşesinde bu hafta taa İskoçya’nın Glasgow kentinden konuk olan Franz Ferdinand var. 2002 yılında Alex Kapranos, Bob Hardy, Nick McCarthy ve Paul Thomson tarafından kurulan grup ilk çıkışlarını “Take Me Out” şarkılarıyla yaptı. 2004 yılında çıkardıkları ve kendi adını taşıyan albümlerinin 2. Teklisi olarak piyasaya sürülen bu şarkı Birleşik Krallık listelerinde 3 numaraya yükseldiğinde artık kendilerini herkes çoktan tanır olmuştu. İlk etapta isimlerini duyurduktan sonra gelen ödüllerin ardı arkası da kesilmedi zaten. Grup aynı yıl Mercury Müzik Ödülünü aldı ve “En İyi Grup” ile “En İyi İngiliz Rock Hareketi” dalında 2 Brit Ödülünü de evine götürdü.
(Archduke Franz Ferdinand - Avusturya-Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand)
Grubun isimlerinden de biraz söz edelim. Grubun ismi “Franz Ferdinand”, “Archduke” yani Türkçesi ile “Arşidük” adında bir yarış atından geliyor diyebiliriz. 2001 yılında “Northumberland Plate”i kazanan “Archduke” adlı attan dolayı, akıllarına Avusturya Arşidükü olan “Archduke Franz Ferdinand” geldi.

Avusturya-Macaristan Arşidükü olan Franz Ferdinand Saraybosna sokaklarında, eşi Sophie Chotek ile beraber üzeri açık otomobiliyle gezerken, 28 Haziran 1914 günü saat 01.15’te suikaste uğradı. Sırp suikastçi Gavrilo Princip’in tabancasından çıkan kurşun arşidükün boynundan girip çıkarak arkasında duran eşine saplandı. Franz Ferdinand ve eşi Prenses Sophie suikastte öldüler.


Bu nedenle de Avusturya-Macaristan, suikatten sorumlu tuttuğu Sırbistan'a savaş açarak 1. Dünya Savaşı'nın başlamasına neden oldu. Yani İskoç grup “Franz Ferdinand” da Avusturya-Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand’ın ölümünün 1. Dünya Savaşı’nın başlamasındaki görünür neden (patlak vermesi de diyebiliriz) olmasından ve “Franz Ferdinand” kelimelerinde yer alan aliterasyon(ses ya da hece tekrarı) olduğunu iddia ettikleri söz sanatından dolayı bu ismi aldılar.
                                                                                (Franz Ferdinand ve Eşi Sophie)


                    (Suikastte ölen Avusturya-Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand ve eşi Sophie)

Grubun isminden de bahsettik. albümleriyle devam edelim. Grup, 2. albümü olan “You Could Have It So Much Better” da çıktığı 2005 yılında, Amerika ve Birleşik Krallık’ta listelerinde en çok satan albümler listesine girdiği için Amerika’da “Platinum-Selling Album” ve Birleşik Krallık’ta “Gold-Selling Album” ünvanını aldı. Bu albümün en çok çıkış yapan şarkısı da “Do You Want To” oldu.

3. albümleri “Tonight: Franz Ferdinand” albümünü de 2009 yılında çıkaran grubun ekendilerine en çok kazandıran şarkısı ise “No You Girls oldu.

4 yıl aradan sonra geçtiğimiz aylarda da yeni albümü “Right Thoughts, Right Words, Right Action”ı çıkaran İskoç grubun albümü Eylül ayında Birleşik Krallığın albüm listelerine 6 numarayla yerleşirken, İndie listelerinde 1 numarada yer aldı.




Çıktığı günden bu yana büyük bir başarı gösteren albümde şirin ve neşeli birçok şarkısı yer alıyor. Ben de size önerebileceğim şarkıları sıralamak istiyorum: “Love İllumination”, “Right Action”, “Evil Eye”, “Goodbye Lovers & Friends”, “Fresh Strawberries”, “Stand On The Horizon”, “Bullet” ve “The Universe Expanded”. Önermediğim; ancak dinlemek isteyenler için yazabileceğim diğer şarkılar ise şöyle: “Treson! Animals” ve “Brief Encounters”.

İzlemek isteyenler için video klipleri de atalım. Ben en çok Evil Eye’ın klibini beğendiğimi de belirteyim J Mutlaka izleyin:


                                                    Yeniden görüşünceye dek müzikle kalın :)
                                                                            Deniz Damla ÜNSAL

Tozlu Raflardan Klasik bir Hikaye: “Bir Sergiden Tablolar”

           Hızlı tempoda ilerleyen adımlarınız, 10 dakika sonra gerçekleşecek olan konserin heyecanı içerisinde. Gençlik Parkın’dan parıldayan ışıklar altında bulvarda ilerliyorsunuz, evet artık binanın içerisinde bulunduğu bahçeye giriş zamanı geldi. J İlk kapısından geçiyorsunuz ve karşısınız da kiremit rengi sarı ışıklarla süslenmiş ve zihninizde müzik kutusunu canlandıran bina yerini koruyor. J Üzerinde siyah bir yazı ile “Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konser Salonu” yazıyor.
8 dakika…                                                 .
Güvenlikten geçiş yaptıktan sonra, artık salondasınız. “Gençleri burada görmek çok güzel”, diyor gülen iki çift göz. Konser Salonunun müdürü olduğunu söylüyor ve hoş bir sohbet ilerliyor. Cumhuriyet Senfoni Orkestrasının tarihinden bahsediyor ve bir broşür veriyor. Unutmadan alın, konser öncesi mutlaka okuyun.” Memnuniyet ile kabul edip artık konser salonuna giriş yapıyorsunuz.
Atmosfer. İlk olarak dikkatinizi yukarıda yer alan avize çekiyor. Ardından kırmızı koltukların odak noktası, sahne, tüm gözleri kendisine çeviriyor. Adeta bir görsel şölenin içerisindesiniz. Anons yapılıyor:
“Konserin başlamasına 5 Dakika “
Biletinizi kontrol edip kırmızı koltuklardaki yerinizi alıyorsunuz. Kalan sürede eserin içeriğini anlatan broşürü incelemeye başlıyorsunuz.

MODEST MUSORSKİ

Bir Sergiden Tablolar
        Aslında eserin sadece adını biliyorsunuz, yalnızca içinizdeki o klasik müzik sevgisine ve acele alınmış bir bilete sahipsiniz. J Broşüre göz atarken ise derin bir hikâyenin içerisinde adım atıyoruz. “En güzel şeyler hiç beklemediğiniz anda olur“  cümlesi ise zihnimizde yankılanıyor. J

        Broşürde Modest Musorski’nin hayatını kaybeden can dostu Victor Hartmann adına bu eseri bestelediği yazıyor. Hikâyeyi biraz daha ilginç hale getiren durum ise Victor Hartmann’ın ressam olmasından kaynaklanıyor. Modest Musorski eserinde Victor Hartmann’ın tablolarını  bizlere sunuyor. Dostunun resimlerini kendi anlatım olanaklarıyla, seslerle yeniden çiziyor.  

         Victor Hartmann, “Zaten sanatçı kimliği ile ölümsüzleşen dostunuzu bir nebze daha ölümsüz kılmak için ne yaparsınız?” sorusuna verilebilecek en güzel yanıtı veriyor Musorski.
        Aklınızda bu düşünceler sizi oldukça heyecanlandırırken hikayenin biraz daha derinliklerine inmek istiyorsunuz.
        Tam da o sırada, salonda alkış sesleri yükseliyor. Evet, orkestra üyeleri sahnede yerlerini almaya başlıyor. Önce keman sanatçıları, hemen ardından viyola ve viyolonsel… Şimdi sıra kontrbas ve geriye kalanlar. Takım elbiseli adamlar, siyah elbiseli kadınlar... Asalet içeren adımlarıyla yerlerini aldılar. O tanıdık ses… Enstrümanlar son kez akort ediliyor. Fırsattan istifade elinizdeki broşüre göz atmaya devam ediyorsunuz. 

       “Bir Sergiden Tablolar“ adlı eser toplamda 14 bölümden oluşmaktadır. 1. bölüm sergide gezinen besteciyi simgeleyen “Promenade” adlı kısımdır. Fransızca kökenli olan bu kelime “gezinti” anlamına gelir. Sergide gezdiğinizi düşünün, bir tablodan diğerine geçerkenki adımlarınızı yerini dolduran his, bu eserde Promenade’dir
         Bu melodiyi eserde toplam 4 kez farklı ritimlerde duyarız. Bir sonraki tablonun habercisi olarak da nitelendirebiliriz. “Neşe, korku, hüzün, ölüm…” Eserde toplam on tane Victor Hartmann resmi betimlenmektedir.
          Bir kez daha alkış sesleri… Bu bestenin farkına varmanın verdiği mutlulukla okumaya devam ederken uzaktan orkestra şefini görüyoruz. Elinde batonu ile önce bizleri selamlıyor, ardından orkestra üyelerini. Son kontroller ve evet her şey hazır. İşte başlıyoruz…

Kulağa çalınan tatlı bir melodi… “Promenade” 
Yaşayacağınız güzel anların habercisi gibi… Bu kısa dinletinin ardından Victor Hartmann’ın besteye hayat veren ilk tablosu ;


Gnomus
Fransızca kökenli, aslında “Gnome” olan “cüce” anlamına gelir. Büyüklerde acıma duygusu uyandıran, aksak adımlı ve çocukları tedirgin eden bir cüce.
Yaklaşık iki buçuk dakika süren “Gnomus” bölümünü özetleyecek olursak “Gerilim” teması üzerine kuruludur.
Bu bölümlerde esere alışma süreci yaşamaktasınız. Duygularınız tam yerine oturmamışken ve “Gnomus” adlı bölümün verdiği gerginliği hissederken yine o melodi,
“Promenade”  Naif melodisiyle sakinleştiriyor sizi.

Ve 4.bölüm, broşürde
Il Vecchio Castello 
“Ortaçağa özgü eski bir şato önünde duran ozan, hüzün dolu bir halk şarkısı söylemektedir."  yazıyor.
Gözlerinizi sahneye tekrar çevirdiğiniz de birden ozanın hüznünü hissediyorsunuz. “Kesinlikle doğru yerdeyim.”
Ardından gezintinizi onaylar nitelikte “Promenade” tekrar sizi kendinize getiriyor. Eş zamanlı takip ettiğiniz broşüre tekrar göz atma zamanı:

6.Bölüm
Tuileries 
Paris’in Tuileries bahçesinde oynayan çocuklar.
Bunu hiç bilmeyen birine bile dinletseniz melodinin içerisindeki çocuk neşesini yakalayıp özümseyebilir. 
Bu sevinçle dinlemeye devam ederken bir anda hisleriniz değişiyor, gülümseyen yüzünüz yerini ciddiyete bırakıyor. Konuyu bilmemenin yarattığı refleks ile tekrar elinizdeki kâğıda göz atıyorsunuz

7.Bölüm
Bydlo
Polonya’ya özgü bir kağnı: Bydlo ile gelmekte olan köylüler yaklaşırlar… Uzaklaşırlar…
Üzerinizde yaratılan bu duygu değişiminin varlığını benimseyebiliyorsunuz artık.
Neredeyse hipnotize olmuş bir biçimde sahneyi, orkestra şefinin ritmik hareketlerini ve enstrümanların uyumunu izlerken tanıdık melodi, Promenade yeniden kulaklarınıza çalınıyor. Fakat bu sefer biraz daha hüzünlü attırıyor adımlarımızı Musorgski…

9.Bölüm
Ballet of the Unhatched Chicks Civcivlerin kabukları içinde balesi. 
Keyifli bir melodinin ardından;               

10.Bölüm
Samuel Goldennberg und Schmuyle:Varlıklı ve yoksul iki yahudinin tartışması.
Esere tekrar odaklandığınız zaman bu bölümün içerisinde beslediği zıtlığı oldukça net hissediyorsunuz. Karakterlerimizden ”Varlıklı Goldenberg” bas tınılarıyla kendini ifade ederken , “Yoksul Schmuyle”  tiz ve zayıf sesleriyle karşımıza çıkıyor. İkilinin uyumundan çıkan  bu harika uyum devam ederken, tatlı ve tanıdık bir şamata hislerinizi yokluyor. J



11.Bölüm
Limoges, le marché: Pazaryerinde kadınların şamatası.
Bu neşeye alışmış devam ederken orkestra şefi, hareketleriyle enstrümanları yavaşlatıyor ve daha önce de olduğu gibi, fakat farklılığını hissettiren bir bölüm başlıyor. Ne olduğuna bakmadan bile korkuyu, sessizliği duyabiliyorsunuz ve hislerinize tercüman olabilecek olan açıklamayı okuyorsunuz,

12.Bölüm
Catacombæ (Sepulcrum romanum) and "Cum mortuis in lingua mortua: Yaşamın çeşitli aydınlık sahnelerinden sonra birden <Yeraltı Mezarları’nda> ölümün soğuk, ürpertici havasını duyarız. Besteci bu parçada kendi deyimiyle <Ölülerle ölü dilinde konuşmaktadır.>
Bu bölümde Musorgski tonların gittikçe koyulaştığı dakikalarda, eserin ilham kaynağı olan Victor Hartmann’ı anmaktadır.   
Sona doğru yaklaşmanıza rağmen Musorgski’nin gerilimi bir kenara koymadan devam ettiği eserinde bir diğer yolculuğa buruk bir geçiş yapıyorsunuz.

13.Bölüm
The Hut on Fowl's Legs (Baba-Yagá) : Karanlık gecenin sessizliğini bozan bir saat sesiyle Rus masallarında adı geçen büyücü Baba-Yaga kuş ayakları üzerinde doğrulur.
Ve ;
14.Bölüm  The Great Gate of Kiev: Kiev’in büyük kapısından geçen halk ve rahipler…


Bu esrarengiz yolculuğun sonuna geliyorsunuz. Işıklar açılıyor, kendinizi toparlayıp, dışarıya adımınızı atıyorsunuz. Değişen bir şey var; işte o hislerinizde oluşan, artık size tanıdık gelen yeni bir tat. J

 Bestenin tamamına linkten ulaşabilirsiniz.
Bu sırada unutmadan ekleyelim, 1971 yılında bizlere daha tanıdık olan Emerson ,Lake & Palmer tarafından da bu beste yorumlandı. J  Grubun canlı performansına da buradan ulaşabilirsiniz. J

Yazımızı Nietzche’nin bir sözüyle sonlandıralım;
“Müziğin verdiği heyecanın temelinde görüntü imgelemini ve duyguları harekete geçirme gücü vardır ve bu, müziğin insan üzerindeki büyüleme gücünün gerekli öğelerinden biridir.”
                                                                          
                                                                                                       Sıla Köylüoğlu