Leonard Cohen'den Mektup



L. Cohen’den Mektup

            Saat akşamın dokuzu. Eylülün sonu. İyi olduğunuzu bilmenin mutluluğuyla yazıyorum size.
            İstanbul soğuk, ama sanırım burayı sevdiniz. İstiklal Caddesi’nde gece boyu müzik oluyor. Sizin de hala kayıt yaptığınızı bilmek güzel.
            Bu gece Jane’i de yanınızda getirdiğiniz için size minnettarım. Yılların yüzünüze gölgeler kondurduğunu görüyorum ancak ruhunuz bu salondaki birçok insandan daha dinç. Merak ediyorum, Haydarpaşa’yı ziyaret ettiniz mi? Ve umuyorum ki çingenelerle aranız düzelmiştir. Daha önceden yolunuza çıkanları affettiğinizi işittim. Bu gece yaşattıklarınız için ne söylesem az, biliyorum.
            Tüm samimiyetimle, dostunuz.


   
            İstanbul/Ataşehir’de bir basketbol stadyumu. Kadıköy’den tıklım tıklım kalkan otobüsler, otobüslere binemeyenler için taksi bulma maratonu.
            Stadyumun önündeki mahşer kalabalığının arkasından “Leonard Cohen konseri bu akşam 20.30’da” yazısı geçiyor. Kalabalık, mutluluk, sohbet ve heyecanla kaynıyor. Stadyuma girmek için üzerimizin, çantalarımızın kontrol edileceği kuyrukta kendime bir yer buluyor ve adım adım Cohen’e yaklaşmanın heyecanını paylaşıyorum insanlarla. En solda saha içinden bilet alma imkânı bulmuş kişilerin girdiği bir sıra var. İmrenen gözlerle bakmadan geçemiyorum.
            Nihayet içeri girebiliyoruz. Yerimi bulmak için koridorları hızlı adımlarla geçiyor, yüksekten çekinerek koltuğuma tırmanıyorum. Burada heyecanın dozu daha yüksek. Nihayetinde salonda “Bayanlar, baylar, bu akşamın performansı 5 dakikaya kadar başlayacak” şeklinde bir anons geldi İngilizce. Kapıdaki ışıklı yazının ardından bu anons…
            Tribünlerde oturmuş, heyecanlı kalabalığı izler, insanların mutlu enerjisini hissederken sık sık sahneye bakıyorum. Bir çello, gitarlar, müzisyenlerin oturması için ayrılmış kadife koltuklar, sahnede boydan boya salınan beyaz tüller, kulaklarıma ulaşan müzik… Ama benim aklım O’nda. Kuliste, aynanın karşısına geçmiş, son bir kez kıyafetine göz atıyor; müthiş yüzüne mi bakıyordu? Rahat mıydı? Gergin miydi? Zira kaç kişi olduğunu kestiremediğim müthiş bir kalabalık var bu salonda.


            Arkamda İngilizce konuşan insanlar var. İstanbullu biriyle konuşuyorlar sanırım, “Good for you to Leonard Cohen comin’ to your city…”
“And the atmosphere…”
“It’s our second Leonard Cohen concert, other one was in London…” şeklinde bir sohbet geçiyor, kulak misafiri oluyorum.
            Gözlerim yeniden sahneye odaklanıyor. “Mikrofon… Mikrofonun üzerinde ışığın altında birazdan sahiden de o’nu mu göreceğiz?” diye düşünürken… Alkışlar! Işık!...
            Müzisyenler sahnedeki yerlerini alıyor. Ve Cohen… Sahneye koşarak çıkıyor. Eğildi, şapkasını çıkarıp selamladı bizi. Evet, bizi selamladı. İnanamıyorum. 


            “La la la la la la la la…” Dance Me To the End Of Love’la başladı konser. Cohen gitaristi Javier Mas’ın karşısında oturarak söylemeye başladı. Leonard Cohen’i karşımda görmekten daha inanılmaz bir şey varsa o da Leonard Cohen’i canlı canlı duymakmış… Sanırım bunca zamandır dinlemekten kulaklarım normal bir durum olarak algılamış bir insanın böyle bir sesi olmasını. İlk nota ses tellerinden fırladığı anda en başa döndüm. İlk defa dinliyormuş gibi ve bir insandan bu sesi duymanın hayretiyle bakakaldım. Dance Me To the End of Love şaşkınlığımı üzerimden atamadığım halde eşlik etmeye başladığım giriş şarkısı oldu böylece.


            Ardından The Future geldi. 4’ü bis, 30 şarkının çalındığı, vokalistlerin takla attığı, gitaristin kendi etrafında dönerek dans ettiği, soloların resitale dönüştüğü bir konserdi bu. Solo hangi müzisyendeyse Cohen şapkasını çıkarıp göğsünde tutuyor, onu selamlıyor, saygılarını, dolayısıyla da bizim saygılarımızı sunuyordu. Bird On A Wire, Everybody Knows, Who By Fire derken Old Ideas’dan The Darkness geldi. Ardından Sisters of Mercy. Bu sırada, her şarkının ardından ışıklar bir tiyatro sahnesindeymişçesine karartılıyor ve her şarkıda sahneyi farklı renkte ışıklar yıkıyordu. Mor, mavi, yeşil… İnternetten videolarını izlediğim sahnelerle neredeyse aynı. Yaşlandığını düşündüğümüz bu müzik adamı sahnede minik adımlar ve kocaman sesiyle hala binlerce insanı sarsıyor.
            “Hayat çok güzel…” diye düşündürüyor bu konser. In My Secret Life çalmaya başlayınca ayrı bir keyif beliriyormuş bünyede. Cohen’i bir kereden fazla canlı dinleme fırsatı bulanlar bu tadı biliyor olmalı. Sharon Robinson’ın tatlı sesi kulaklara daha açık seçik ulaşıyor.
            Derken sahnedeki bu büyünün kaynağı, ara verileceğini anons ediyor. İki, iki buçuk saat sürer diye düşünülen konserin dokuza on doğru başlayıp on ikiyi geçerken biteceğini bilmiyorduk o sıra. Ring the Bell ile aranın zilini çalıyor Cohen.
            Aranın ardından insanlar yerini alıyor, ışıklar yeniden kapanıyor. Koca stadyum neredeyse baştan aşağı boşalıp yeniden doluyor. İçerinin bu kadar kalabalık olduğunu unutmuşum. Cohen gözlüklerle geliyor sahneye. “Tower of Song”la ikinci yarıya giriyoruz. Beklenen gerçekleşiyor, L. Cohen sihirli elleriyle klavyeye dokunuyor. Videolardan izlediğim gibi… Notalar tek tek havaya yükseliyor, soluyorum. Tower of Song çalıyor… Müziğe sığınmanın şarkısı, saçlarının ağarmasını, acı çekmeyi “I was born like this, I had no choice /I was born with the gift of a golden voice” dizeleriyle dobra dobra kendine ve dünyaya itiraf etmenin şarkısı çalıyor. Leonard Cohen konserindeyim…
            Ardından çay ve portakal kokuları eşliğinde, alkışlar ve çığlıklarla eski bir dost teşrif ediyor sahneye… Suzanne…  Bu kez gitarı elinde Cohen’in. Nazikçe karşılıyor karşı koyamadığı bu arkadaşı, hep yaptığı gibi. Hani gizlice uzaklara kaçmak istiyordunuz ya. İşte şimdi gözleri dalıyor insanın. Mikrofona çarpan nefeslerini duyuyorum. Yaşım yetmese de ruhumun bir parçası çöpler ve çiçekler arasındaki 60’lar anılarını kurcalıyor. Ve fark ediyorum ki kaydı hep genç Cohen’den dinlemişim. Konserden sonra kaşlarımı çatıp gülümsüyorum. 67’den bu yana… Benim ömrüm yetmiyor. Ne doğumundan ilk albümüne ne ilk albümünden bugüne... Unutmuşluğu kadar bildiğim var mıdır? Sanmıyorum…45 yıl öncesinin sesine “gençmiş” diyorum. Şimdi sahnede, arkasında ışıklar, sesinde batan güneş ve güneşten süzülen bal damlaları. Suzanne, Cohen… Hayatımın konseri.        
            Sonrasında The Gypsy’s Wife, arkasından Partisan, Democracy derken 2. Dünya Savaşı görmüş, 60’larda yaşamış siyasi kimliği parlıyor ışıklar altında. Democracy çalarken damboisiyle eşlik ediyor. Çok da güzel çalıyor. Cohen siyasetten dem vurduğu zaman kafamda bir ampul yanıyor. Beckett’le aralarında bir bağ varmış gibi hissediyorum. Bir yandan da kafasında fötr şapkası, ince fiziği, füme takımı ve ağarmış saçları bana Godot’yu bekleyen Estragon ve Vladimir’i çağrıştırıyor. Godot da böyle mi giyiniyordu acaba? Onlar gibi? Belki o hala bekliyordur. Bense bu gece kendiminkini bulmuş olabilirim.



            Konser esnasında “evet”, diye düşünüyorum. “Old Ideas” gerçekten güzel bir isim. Albüm için de, turne için de. Sonra, büyük şair bize birkaç dize daha okuyor ve Webb Sisters’a bırakıyor sahneyi onlar çalgılarını almış “Coming Back To You” söylerken. Ekibine bu denli saygılarını sunan başka bir müzisyene rastlamadım sanıyorum. Müzisyenlerin tüm hareketleri onu saygı duruşuna geçiriyor, onları bizlere tanıtıyor, önlerinde oturup şarkı söylüyor, sahnesini onlara emanet ediyor. Bir gün Cohen buradan uzaklaşmak istediğinde diyorum kendi kendime, belki de onlar geride bıraktıkları olacak. Webb Sisters’ın ardından bir başka beklenen an geliyor ve Leonard Cohen “Alexandra’s Leaving”i okumaya başlıyor. Şiir bitiyor, şarkı başlıyor. Sharon Robinson’ın görüntüsü yansıyor ekranlara. Onun da yüzünde kırışıklar… Muazzam sesiyle dolduruyor salonu. Alexandra’nın gülümseyişini, ayrılışını anlatıyor. Huzurun ardından hüzün yayılıyor bu sefer. Webb Sisters da katılıyor birazdan. Kimse durdurmaya çalışmıyor yalnız Alexandra’yı. Leonard Cohen konserindeyim çocuklar. Sharon Robinson da burada. Yıllar sesini daha da buğulandırmış. Simsiyah dökülüyor havaya. Tüylerim diken diken.
            Bu kadar hüzne boğup insanları sarsmanın âlemi yok diye düşünmüş olsalar gerek ki arkasından I’m Your Man çalıyor ve ben çığlıklarımı daha fazla saklayamıyorum. “Here I stand” dediğinde sahneye bir tane daha yolluyorum, “I’m Your Man” diyor ve alkışlar havaya yükseliyor. Sololarda Cohen’in şapkası yine göğsünde ancak şu dakikadan sonra bunun “çapkın” bir konser olduğunu söylemeden edemem. Konser boyunca birçok hissi tattırdı yılların eskitemediği bu adam, ancak I’m Your Man beni gerçekten çok heyecanlandırdı. Eh, sahnedeki insan Leonard Cohen sonuçta. Bir kadına nasıl davranacağını biliyor. Ve vurucu bir darbe daha geliyor sonrasında.
            “Hallelujah”. Sözlerini okuyarak giriyor şarkıya. “But you don’t really care for music, do you?” dediğinde çocukluğuma yenilip “I do!” diye bağırıyorum. Havadaki çığlıkların arasına sığınıyorum sonra utanıp. Cohen bağıra bağıra söylerken en çok eşlik etmek istediğim şarkılardan biriymiş Hallelujah. “Sahneye atlama şarkısı” seçilebilir bile belki. Evet evet, kesinlikle Leonard Cohen konserindeyim. Ve bir jest yapıyor Leonard Cohen: “I’ve told the truth, I didn’t come to İstanbul to fool you” diyerek söylüyor şarkısını. Teşekkürler Leonard Cohen.
            Artık konserin sonuna geldiğimizi hissediyoruz. Konser Take This Waltz çalmadan bitmiyor.  Başlarken, “bir daha buraya gelebilir miyiz bilemem ancak şunun sözünü verebilirim ki; bu akşam neyimiz varsa size vereceğiz" demişti. Konserle ilgili sorular için, üç buçuk saat süren konserde bazı şarkıların eksik kalması, sanırım fazla söze hacet olmadığını anlatmanın en iyi yolu. Cohen müzisyen arkadaşlarına teker teker sevgi ve övgülerini iletirken ışıkçıdan tutun perdeciye kadar tüm teknik ekibe de teşekkürlerini iletmişti. Sahneden Çaykovski’nin Şeker Perisi gibi hoplaya zıplaya indi. O an eminim salondaki herkes gülümsüyordu.
            Işıklar açıldığında şaşırtıcı bir şekilde stadyumun bir kısmı bise kalmaksızın ayrıldı. Biz bir süre alkışladıktan sonra L. Cohen yeniden koşarak sahneye çıktı. Alkışlar tavana yükseldi. “So Long Marianne” çalmaya başladı. Ben “ ya Famous Blue Raincoat çalmazsa…” diye endişelenirken “First We Take Manhattan” girdi ve salonda insanlar ayakta, alkışlar havada, sözlere eşlik ederek, dans edilerek Cohen’in hala sahnede oluşu kutlandı.
            Sonra 2. bis kısmına geçildi. Cohen tekrar alkışlandı, gitarını aldı ve birçok seveni için belki de konserin en çok istenilen şarkısı geldi: “Famous Blue Raincoat”. Artık hepimiz L. Cohen imzalı, bir dost, dostumuz imzalı mektuplara sahiptik. Mutluluğumu anlatamam.


            Closing Time’la kapanışı gerçekleştirdi ve gittiğine üzülme fırsatını çaktırmadan alıp cebine koydu. Sahneye, kendisine bir çiçek geldi ve Cohen, o gece kendisini izleyen herkesin anlata anlata bitiremediği zarafetiyle ve nazikliğiyle çiçeği Sharon Robinson’a götürdü.
Gitmeden önce, burada, ailesinden, dostlarından uzakta yaşayan insanların ve harika ülkemizin barışa ulaşması için dua ettiğini söyledi. Bu kısım da konserin geri kalanı kadar vurucuydu. Sahneden yine Şeker Perisi gibi indi. Alkışlar eşliğinde vedalaştık.
            Hayatımın konseriydi. Üzerine güvercin pulu yapıştırılmış mektubumu hala sık sık açıp okuyorum. Ve ben de ona bir mektup yazdım. Belki bir gün okur…
            Eğer sıkı bir Leonard Cohen hayranıysanız ve konserlerini kaçırdıysanız şu an dünya turnesinde. Bence bulduğunuz en iyi fırsatı değerlendirin. L. Cohen’i görmek farklıymış…

                                                          Sevgilerimle, Özen Pelin Duran.


            

FOUR IN THE POCKET + 2 (Deniz+Ezgi) = SEVEN IN THE POCKET


2007 yılında kurulan Four In The Pocket ile 16 Aralık 2012’de Passage Pub’daki konserleri öncesinde Ezgi Filik ve ben Deniz Damla Ünsal röportaj yaptık. Ayrıcak merak edenlere sesleniyorum: Four In The Pocket’a 2 kişi eklenince nasıl Seven In The Pocket oluyor diyorsanız bu yazıyı mutlaka okuyun J

                           Four In The Pocket + Deniz Damla Ünsal + Ezgi Filik
(Soldan: Mert Önal, Toygun Sözen, Elif Çağlar, Çağrı Sertel, Deniz Damla Ünsal, Ezgi Filik, Alp Ersönmez)

Öncelikle grup hakkında biraz bilgi verelim. Neo Soul, R&B Hip Hop ve onlara ek olarak Caz’la harmanlanmış, kendilerine has müzik türleriyle geniş hayran kitlesine sahip olan ve 2007 yılında kurulan Four In The Pocket’ta vokalde Elif Çağlar, basta Alp Ersönmez, klavyede Çağrı Sertel, davulda Mert Önal ve saksafonda Toygun Sözen yer alıyor.

1980 doğumlu Elif Çağlar’ın M.U.S.I.C. adında bir albümü bulunuyor.  Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü’nde Caz Kompozisyonu okuduktan sonra New York’a giderek, Queens College bünyesindeki 'The Aaron Copland School of Music”te caz performansı üzerine master yaptı, hatta ödülle bitirdi. Ayrıca oradayken caz efsanelerinden biri olan Shelia Jordan ile de özel olarak 2 yıl çalıştı ve New York’ta birçok caz konseri verdi. Kendi albümü M.U.S.I.C.’in çalışmaları ve konserleriyle birlikte, Four In The Pocket’ın The Curly Trio’nun ve buna benzer birçok projelerin çalışmalarını sürdürmesinin yanında eşi ile birlikte kurduğu organizasyon şirketi Nu-DC ile çalışmalarını sürdürüyor. Aynı zamanda yeni albüm çalışmaları devam ediyor. 

Bas’ta bulunan Alp Ersönmez’in de Yazısız adlı bir albümü bulunuyor. Kendisi de Elif Çağlar gibi İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Müzik Bölümünde Caz Komposizyonunda öğrenim gördü. Bundan önce de Dokuz Eylül Üniversitesinde İşletme bölümünde öğrenim gördüğünü de biliyoruz. Ayrıca Athena, Kenan Doğulu, Nil Karaibrahimgil, Tarkan, Teoman, Sertab Erener, Ceylan Ertem, Jehan Barbur, Özlem Tekin, Murat Boz ve daha birçok müzisyenle çalışmalar yaptı ve hala da Tarkan ve Nil Karaibrahimgil ile çalışmalarını sürdürmekte.

Çağrı Sertel de Elif Çağlar ve Alp Ersönmez gibi İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde öğrenim gördü; ancak onlardan farklı olarak Piyano Kompozisyonu’nda uzmanlaştı(tam burslu olarak). Ricky Ford, Tuna Ötenel, Donovan Mixon, Can Kozlu, Cengiz Baysal, Onu Türkmen ve Selen Gülün ile çalıştı. Çağrı Sertel Trio ve Pluma Band gibi birçok projede de yer almayı sürdürüyor. Aynı zamanda Nil Karaibrahimgil, Murat Boz ile de çalışmalarını sürdürüyor.

1975 doğumlu Mert Önal hakkında önemli bir bilgi verelim: Mert Önal Jehan Barbur’la evli. Aynı zamanda Alp Ersönmez ile birlikte Kangroove adlı grupta da yer alıyor.

Saksafon’da yer alan Toygun Sözen de grup Four In The Pocket adını aldıktan sonra gruba dahil olan bir isim.(Tabi biz bunu röportaj esnasında öğrendikJ ) Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı mezunudur kendisi. Saksafonun yanı sıra klarnet de çalıyor. Teoman ve Kenan Doğulu ile de önceden çalışmıştır.

Konser öncesi onları çalışırken yakaladık ve ara verdikleri bir sırada hemen röportajımızı gerçekleştirdik. Çok cici, neşeli ve tatlı insanlarının oluşturduğu bu grubun vokali Elif Çağlar’la 16 Kasım 2012 akşamı Ankara Passage’daki konserleri öncesi yaptığımız hoş diyaloğumuzu sizlerle de paylaşmak istiyoruz J:

* Deniz: Merhabalar, tekrar hoş geldiniz. J
- Elif Çağlar: Hoş bulduk.J

* Deniz: Grubunuz 2007 yılında kuruldu; ancak merak ediyoruz daha önceden tanışıyor muydunuz? Müzik hayatına nasıl başladınız?
- Elif Çağlar: Evet tanışıyorduk. Ben zaten Çağrı Sertel ve Alp Ersönmez ile Bilgi Üniversitesi’nden arkadaşım, aynı bölümde okuduk. (Elif Çağlar (1998-2002), Alp Ersönmez ve Çağrı Sertel, Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü’nde öğrenim gördü) Mert’i de zaten tanıyordum Alp ile çaldıkları için Kangroove’dan tabiî ki. Toygun ile 2008’de tanıştık.

* Ezgi: Peki grubun ismi Four In The Pocket ama 5 kişisiniz. Bunun hikayesi nedir?
- Elif Çağlar: Çünkü orijinal kadro’da Toygun (Sözen) yoktu. Toygun önce konuk olarak geliyordu gruba. Daha sonra enerjisi çok yüksek olduğu için o da doğal bir dahil olma sürecinin ardından bize katıldı. Ama ismen değiştirmedik çünkü herkes Four In The Pocket olarak biliyordu. J

* Deniz: Peki sizler de müzisyensiniz, kimleri dinlemeyi çok seviyorsunuz? En çok sevdiğiniz kim mesela?
- Elif Çağlar: Çok fazla var. O konu benim için biraz daha jazz tarafa doğru gidiyor galiba. En çok Ella Fitzgerald mesela benim için asla vazgeçilmeyecek 1 numaradır. Ama Stevie Wonder’dan tutun daha birçok ismi sayabilirim.

* Ezgi: Cover parçalarınızla çok beğeniliyorsunuz. Ben de bunlara dahilim. Peki en çok coverlamaktan zevk aldığınız grup ya da sanatçı kim?
- Elif Çağlar: Aslında burada en keyif aldığımız herkesi coverlıyoruz diyebiliriz; çünkü 3’ümüz de yani Çağrı ben ve Alp, solo kariyerimizde caz albümlere sahibiz ve hepimiz de sevdiğimiz şarkılara yer veriyoruz. Bizim yer verdiğimiz şarkılar zaten dinlemeyi çok sevdiğimiz şarkılar ve hani şarkı size özgür olmanıza müsaade ettiği sürece coverlıyoruz. Biliyorsunuzdur çok klasik anlamda pek coverlamıyoruz parçaları. Sevdiğimiz parçaları kendi müzikal anlayışımıza uyduğu şekilde coverlayabileceğimiz bütün doğru isimleri seçtik. Tabiî ki daha bir sürü isim var ancak zamanla onlar da girer.

* Ezgi: Grubun tarzını nasıl tanımlarsınız?
Elif Çağlar: Şöyle diyelim: Ağırlıklı sound Neo Soul R&B, Hip Hop; ama çalım tavrında daha çok ,biraz da caz kökenli olduğumuzdan, daha açık formlar üzerinde doğaçlamalarla ilerleyen, onların domine ettiği bir Neo Soul.Caz tavrı da olan bir şey olduğunu düşünüyorum.

* Deniz: Four In The Pocket dışındaki solo çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?
Elif Çağlar: Tabii. M.U.S.I.C. vardı. Onun çalışmaları ve konserleri devam ediyor. Yeni albüm çalışmaları da devam ediyor. 1-2 aya kayda giriyoruz ve en kısa zamanda onu da uzatmadan çıkarmayı düşünüyorum.
* Deniz: Peki son olarak bugünkü Galatasaray-Fenerbahçe derbisinin sonucu ne olur sizce?
- Elif Çağlar: Herkes bunu soruyor bugünJ hiç bilmiyorum. J
* Ezgi: Hangi takımı tutuyorsunuz?
- Elif Çağlar: Biraz saçma olacak ama ben Barcelona taraftarıyım, koyu bir Barcelonalıyım gerçekten. 2009’dan beri neredeyse lig maçlarını dahi kaçırmadım diyebilirim, öyle bir fanatiğim. Gönlüm bu akşam eşimden dolayı Fener’den yana. Ama 2’sini de seviyorum hem Galatasartay’ı hem de Fener’i. Bence berabere bitme şansı da çok yüksek ama Galatasaray da yenebilir.J
(Tam da röportajın sonundayken Çağrı Sertel ve Alp Ersönmez geliyor)
- Alp Ersönmez: Elif bizim adımıza konuşmuyorsun değil mi? Bunu yapmadığını düşünmek istiyorum.
- Çağrı Sertel: Sinsice yaklaşalım dedik ama olmadı.
- Elif Çağlar: Yakında Alp’i Four In The Pocket’tan atmayı düşünüyoruz açıkçası ama daha belli etmedik. J (herkes gülüyor)

Son olarak Ezgi ve ben Deniz çok çok teşekkürlerimizi ekleyerek fotoğraf çekimlerimizi de tamamlıyoruz ve iyi ki bu kadar neşeli insanlarla bu röportajı yaptık diyoruz. J Bir de son olarak maçı da Galatasaray aldı. J

Rus Ninelere Karşı Dedeler



Mayıs ayının son haftasında Bakü’de gerçekleşen 57. Eurovision şarkı yarışması biteli çok olmadı. İzleyenler bilir bu yarışmayla Rusya'da Buranovskiye Babuşki yani Buranovo Büyükanneleri üne kavuştu. O günden bugüne dek 6 ay geçti; ancak ninelerin rakipleri çoğaldı. Kimler mi? Aerosmith, Kiss, Rolling Stones, Bob Dylan ve Joe Cocker’dan bahsediyorum. Yaşları bir hayli ilerledi ama kendileri hala bunu kabullenemiyor. Hala genç kalmakta iddialı genç dedelerimiz yepyeni albümlerle yıllara meydan okuyor.

İlk olarak 10 Eylül’de Bob Dylan Tempest adlı albümünü çıkardı. Asıl adı Robert Allen Zimmerman olan 1941 yılı doğumlu Bob Dylan’ın büyük babası aslında Trabzon’dan göçtü. Ne kadar da  ilginç değil mi? Bob Dylan’ın büyükbabası Zigman Zimmerman ve büyükannesi Anna Zimmerman o zamanlar Osmanlı topraklarında yer alan Trabzon’dan Rusya’ya, yani Odessa’ya göç etmiş. Yıl kaç bilmiyorum ama Osmanlı zamanından bahsediyoruz. Yani gerçekten çok çok önceymiş J Belki de Bob Dylan’ın bilmemkaçıncı göbekten akrabaları hala Trabzon’da yaşıyordur kim bilir. Eğer bilinen bir akrabası varsa iletişime geçebiliriz.  Öyle bir efsanenin akrabasıyla tanışmak gerçekten de beni onurlandırır.
  



Neyse konumuzdan sapmayalım biz.  Bob Dylan’ın en yeni albümü Tempest’tan bahsediyoruz. Gerçekten çok güzel bir albüm olmuş. Özellikle Duquesne Whistle benim gerçekten hoşuma gitti. Bunun dışında Early Roman Kings de dinlenilesi şarkılarından. Hepsi gerçekten çok güzel ancak bu 2'sini dinlemeden kesinlikle geçmeyin derim ben.

Yalnız Bob Dylan’ın oğlu da babasıyla birlikte albüm çıkardı. Aynı grupta değiller elbette ama aynı dönemde albüm çıkarmaları (biraz farklı kulvarda bile olsalar) akıllara rakip mi oluyorlar sorularını da getirdi açıkçası. Jacob Dylan’ın bulunduğu The Wallflowers adlı grubun şarkılarını da dinlemenizi tavsiye ederim. Gerçekten başarılı bir iş ortaya çıkardılar. Kısaca onlardan da söz edelim biraz. 1989 yılında California’da kurulan The Wallflowers ilk olarak The Apples adıyla kuruldu. İlk albümlerini 1992 yılında kendi adlarıyla çıkaran The Wallflowers sonra 1996 yılında Bringing Down The Horse, 2000 yılında Breach, 2002 yılında Red Letter Days, 2005 yılında Rebel Sweetheart ve nihayetinde ise geçtiğimiz ekim ayında Glad All Over adlı albümlerini çıkardılar. Albümdeki şarkıların tümü güzel elbette ama benim size önemle dinlemenizi tavsiye edebileceğim şarkılar: It’s A Dream ile Mick Jones’la birlikte seslendirdikleri Reboot The Mission ve Misfits and Lovers.



İkinci olarak Kiss, 9 Ekim’de çıkardığı 20. stüdyo albümü Monster ile boy gösterdi. 1973 yılında New York’ta kurulan Kiss’in tüm grup üyeleri yüzlerine yaptıkları makyajlara isimler verdi. Paul Stanley, yıldız motifli göz makyajı sebebiyle Starchild adını aldı. Gene Simmons ise şüpheciliği ve sert yapısı nedeniyle Demon ünvanını aldı. Ace Frehley de bilim-kurgu filmlerinden fırlamış gibi bir hali olduğu için Spaceman adını alırken, Peter Criss de dokuz canlılığı nedeniyle Catman adını aldı. Ancak değişen grup elemanlarıyla birlikte yeni gelen grup üyeleri eski üyelerin ünvanlarını da aldı. Son haliyle bakacak olursak şuan Paul Stanley ve Gene Simons yerini korurken Spaceman adını Tommy Thayer ve Catman adını da Eric Singer almış bulunuyor.

  

Müzikal açıdan değerlendirdiğimizde makyajlarıyla dünyaya nam salan genç ruhlu kedi adamlar müziği hiç bırakmaya niyetli gibi görünmüyor. Alışkanlık mıdır yoksa müziğe olan bağlılık mıdır sebebini onlara sormadan bilemeyiz; ancak eğer onlar şuan bu albümleriyle var olmasalardı gerçekten müzik dünyası büyük kayba uğrayacaktı.

Çıkardıkları Monster adlı albümdeki şarkılara bakacak olursak; albümün ilk singleı gerçekten özenle seçilmiş gibi. Albümde en dikkat çeken şarkı bence Hell Or Hallelujah. Orijinal adıyla Tell Her Hallelujah olacakmış ancak ne hikmetse daha sonradan değişime uğramış ve Hell Or Hallelujah olmuş.

Üçüncü olarak Rolling Stones’tayız. 1962 yılında Londra’da kurulan Rolling Stones’un kuruluşunun üzerinden tam olarak 50 yıl geçti. Hakikaten de yarım asırlık bir grup ve yarım asırdan daha fazla olan yaşlarıyla resmen dünyaya meydan okuyorlar. Rolling Stones’un 50. yılları için çıkardıkları toplama albüm olan: ‘GRRR!’. 50 şarkıdan oluşan toplama bir albüm ancak içerisinde 2 adet son model şarkı da bulunuyor. Bu konuda biraz üzüldüm. 50. yılları için sadece 2 şarkıcık yapmışlar.. En azından bir 10 şarkı yapsaydınız keşke. Her neyse yine de yaptıkları ’Doom and Gloom’ ve ‘One More Shot’ adlı 2 şarkı da sayıca az da olsa çok güzel olmuş.


  
Joe Cocker da yaşlanmamakta ısrar edenlerden. Zira o da bu yaşında ‘vay be’ dedirtecek türden bir albüm yapmış. 68 yaşını dolduran Joe Cocker sesindeki o özel tonla birlikte 1960'lı yıllarda yaptığı coverlarla adından söz ettirerek üne kavuşmuştu. Şüphesiz ki en büyük çıkışını da, 1983 yılında Jennifer Warnes’le birlikte söylediği Up Where We Belong adlı şarkısıyla sahip olduğu Grammy ile yaptı. Müzik hayatına 23 albüm sığdıran Joe Cocker 23. albümünü Fire It Up adıyla çıkardı. Albümde yer alan Fire It Up, You Love Me Back, The Last Road ve Younger dinlenilesi şarkılardan.

  

Son olarak Aerosmith’e göz atıyoruz. 1970 yılında Amerika Massachusetts’te kurulan Aerosmith, Boston’ın Kötü Çocukları lakabıyla hala anılmaya devam ediyor. 1970 yılında Steven Tyler’ın bir dondurma salonunda Joe Perry ile tanışmasıyla temelleri atılan Aerosmith önceleri Arosmith adıyla anılıyordu. 



Aerosmith çıkardığı 15. albümleri ‘Music From Another Dimension’la başka bir boyuttan müzikle dünyaya yine sinyal göndermeye başladı. Sevenlerini 8 yıl albümsüz bıraktılar ama dönüşleri de muhteşem oldu. Albümde yer alan What Could Have Been Love beni çok etkiledi. Klibi de bir hayli güzel olan bu şarkıdan başka, Sunny Side Of Love, We All Fall Down ve Carrie Underwood ile söyledikleri Can’t Stop Loving You da dinlenilesi şarkılardan. Ancak üzülerek söylüyorum ki Steven Tyler, Another Last Goodbye adlı şarkısındaki performansıyla diğer şarkılarındaki başarıyı gösterememiş bence. Ama bunun dışında bir bütün olarak elbette ki muhteşem bir albüm.

BEYAZ ŞARAP,BEYAZ YALAN



       Yalan… Çok küçük yaşlarda başlar sanırım .Yeni yürümeye yeni konuşmaya başlamış küçük bir çocuğun , annesinin ‘Tuvaletin var mı ?’ sorusuna hayır cevabıyla  yalan serüveni başlamıştır. Belki de ,  ilk yalanını bu şekilde söylemeye başlar.Daha sonra arkadaşlarının ‘Senin uzaktan kumandalı araban var mı? ‘ sorusuna  ‘evet var ‘ diyerek olmayan bir şeyi sahiplenme duygusunun verdiği hazza sahip olmak amacıyla  ; çocuk , tekrar yalan söyler. Ve bu yalanlar, çocuğun hayatını kolaylaştırır. Nede olsa yalanlar inanmak için vardırlar.
        Kişiliğin çok küçük yaşlarda , çocukken oluştuğuna inanan biri olarak ‘yalan’ denilen makinenin insan beynine o zamanlarda girmiş olduğunu düşünüyorum . Bunu alışkanlık haline getiren bir insanın beyin fonksiyonları, yalan makinesine göre çalışır. Bu makine bazen o kadar profesyonelleşir ki, kişi kendi söylediği yalana kendisi inanır hale gelir.Korkunç bir hale bürünebilir. İnsanı fark etmeden mutsuzluğa sürükleyebilir. Mutsuzluğunun sebebini bilmeyen biri ,  insanlara karşı dürüst olup olmadığını sorgulamalıdır. Doğal , özünü kaybetmeden saf duygularını yansıtan biri ;her zaman herkesten daha mutludur.Yalanla hayatını sürdüren , kendini yalanla tanıtan , yalanla ifade eden , yalanla duygularını yansıtan kişi sonunda kendi benliğini kaybeder  ve kaçınılmaz son olan büyük boşluğa düşer . Er ya da geç düşer... Çünkü kendi söylediklerine kendiside bir süreliğine  inanır ve sonra bunların gerçek olmadığını bir şekilde fark eder  ; başkaları fark ettikten önce veya sonra … Kendini tanıyamaz  ve kendini tanıtamaz hale gelir. Yalancı ; bulunduğu ortamdan kaçarak uzaklaşır.Veya uzaklaşmak zorunda kalır.
          Ama bunu alışkanlık haline getirmiştir bir kere ; bir kişilik sorunu olarak hayat boyu devam eder.En belirgin özellikleride  ‘Ben hayatta yalan söylemem’  gibi iddialı cümleler kuruyor olmalarıdır. ‘Yalandan nefret ederim  ve yalan söyleyenleri hiç sevmem’ diyen yalancı ;
aslında kendini sevmiyor ve kendinden nefret ediyordur.
          Bazen beyaz yalanlarla da söylenir. Bunlar düşünüldüğü gibi korkutucu değildir.Beyaz şarabın şeffaf renge yakın olması gibi beyaz yalanlarda tehlikeli değil ;şeffaf ,görünür yalanlardır. Ortaya çıkınca ; kişi karşısındaki kişiyi veya kendini kaybetmez …Çözülebilir ve mecbur kalınca söylenebilecek ; söylenmesi mecbur olan küçük yalanlardır.Ancak bazen bu küçük yalanlarda karışıklıklara yol açabilir.
         Küçük yalanların bile bazen hayatımızı zorlaştırdığını görerek ; en ufak meselelerde bile dürüst davranmak gerektiğini düşünüyorum .Peki hayatımızda ki kaçınılmaz yalandan kurtulmak için neler yapmalıyız ?  Nasıl karşımızdaki insanın yalan söylediğini anlayabiliriz ?
Gelin yalan  söyleyenin, yalan söylediğini anlamanın yollarını birlikte inceleyelim.
 -Dinle ve gör
      Karşınızdaki insanı en iyi siz tanırsınız. Dolayısıyla, onda olağan dışı bir durum gördüğünüzde hemen bir düşünün. Fakat eğer onu çok iyi tanımıyorsanız işler değişebilir. O zaman anlatılanları iyice dinlemeye başlayın ; çünkü yalan konuşan insanlar, dikkatin üstlerine toplanmasından hoşnut olmazlar ve bir şekilde kendilerini ele verirler. O yüzden karşınızdakileri iyi dinleyin. Göz kontağını, iyi bir dinleyici olmayı ve onları yakından izlemeyi unutmayın.
-Tutarsızlık
        Yaptıkları ile anlattığı arasında tutarsızlık var mı yok mu bakabilir ve yalan olup olmadığını anlayabilirsiniz. Yalan söyleyen kişinin hareketleri, söyledikleri, ses tonu, mimikleri birbirini tutmaz.İnkârı gösteren bazı davranışlar sergilerler.
-En ummadığı soruyu sorarak anlayabilirsiniz
        Yalan söyleyen bir insanın mutlaka iyi ve sağlam bir hikâyesi vardır.Bizim ne sorabileceğimizi bilerek yanıt verirlerler. En umulmadık bir anda, hazır olmadıkları bir konuda bir soru yönelterek, karşımızdaki kişinin yalanını ortaya çıkarabiliriz.
-Bir kez daha söyletme kuralı
        Ona defalarca aynı soruyu sorup onu test etmektir. Suçluları araştırırken, polisler bile hemen hemen bir çok kez bu yöntemi kullanırlar.
-Davranışlarını değerlendir
          Yalanın en önemli göstergelerinden biri davranışlardaki değişikliklerdir.Genel olarak heyecanlı olan biri sakinse veya sakin biri heyecanlıysa,farklı bir şeyler olduğu rahatlıkla anlaşılabilir.
- Tuzluğun arkasına saklanmak
          Yalan söyleyen insan,konuşurken aranıza muhakkak bir şeyler koymaya çalışır. Masada otururken aranıza bir tuzluk koyması bile, size karşı bir bariyer inşa ettiği anlamına gelir. Sizden uzaklaşırken yalanını anlayamayacağınızı düşünür. İşte bu da yalan konuşan birini anlamanın en iyi yollarından biridir.
-Duygulardaki samimiyetsizlik
          Çoğu insan sahte gülümseyemez. Zamanlama hatası vardır ve normal gülümsemeden çok daha uzun sürer.Veya diğer davranışlarla karışır.Bazen kızgın yüzle, gülümseme iç içe olur.Dudaklar,doğal gülümsemeden daha küçük ve daha cansız olur.
 -Çok küçük hareketleri izle
           Çok küçük hareketler, mimikler, ifadelerin ön açıklamasıdır.Genellikle konuşmanın  ikinci dakikanın 25. sn civarında gizli duygular anlatılır. Yani bir kişi çok mutlu görünüyorsa, gerçekte bazı şeyler için üzülüyor olabilir. Gerçek duygusunun anlaşılmasından duyduğu korku, bir an için yüzünde belirir.Gizlenen korku, mutsuzluk, kızgınlık, kıskançlık her neyse bir göz kırpması anı kadar kısa sürede yüze yansır. Bunu yakalamak ise büyük bir hünerdir. Yapılan araştırmalara katılan kişilerin  %99'u bu mikro mimikleri göremedi.  Mikro hareketler durumun sebebini söylemez ;sadece gizlenen bir duygu olduğunu gösterir.
- Konuyu değiştirmek
           Bu yöntem iki ayrı şekilde gerçekleşebilir. Birincisinde ,yalan söyleyen kişi konuyu değiştirmeye kalkışır. İkinci yöntemde ise siz konuyu değiştirebilirsiniz.Eğer ki siz konuyu değiştirdiğinizde karşınızdaki oldukça mutluysa bu da yalan söylediğine dair bir işaret olabilir.
-Çok fazla detaycılık, kelime oyunları ve yüksek ses
           Eğer birisine 'Nerede kaldın?' diye sorduğunuzda karşınızdaki 'Markete gittim ve yumurta süt şeker almam gerekiyordu ve bir köpeğe çarptığım için çok yavaş gitmek zorunda kaldım' gibi detaylı olarak bir şeyler anlatıyorsa yalan söylediğinden şüphelenebiliriz.Çok fazla detay , onları içinde bulundukları durumdan kurtarmak  için düşünülen, bütünlük içeren bir yalan olabilir. Bu tür durumlarda kişiler uzun cümleler kurmaya daha da meyillidir. Kısa bir ‘hayır’ cevabı yerine lafı uzattıkça uzatırlar. Hatta uzun cümleler kurarken de bunları yüksek sesle dile getirip kelimeleri yutarak telaffuz ederler.
-İpler sizin elinizde
         Yalan konuşan insanların sürekli rahatsız davranışlar içinde bulunduğunu söylemiştik ve eğer konuşurken olayı hemen kapatmak istiyorlarsa bunu da yalan konuştuğunun işareti olarak görebileceğinizi belirtmiştik. Ancak eğer daha da emin olmak istiyoranız, ona daha fazla soru sormaya başlayın. Eğer ‘Yoksa bana inamıyor musun?’ gibi bir cevap geliyorsa o zaman karşısınızdaki kişi yalan söylüyor olabilir.
-Sızlanma
        Yalancılar sürekli şikayet ederler. Söyledikleri yalanları örtbas etmek ve onların doğruluğunu kanıtlamak için ne kadar acı çektiklerini, şikayet yoluyla ve mızmızlanarak dile getiriler.
-Kaşınma eğilimi gösterirler
        Yalan konuşanların çoğu kendilerini rahatsız hissederler. Bu konuda ne kadar deneyimli olursa olsunlar ,muhakkak bir şekilde açık verirler. Konuyu hemen kapatmayı düşünürler ya da elleriyle sürekli bir şeylerle oynarlar. Genellikle, ayaklarını kaşımaya ya da onları amaçsızca oynatmaya başlarlar.
- Sol beyin, sağ göz
        Beynin sağ ve sol taraflarının farklı işlevlerinin olduğunu duymuşsunuzdur. Bir taraf yaratıcılığın kullanılmasında bizlere yardımcı olurken, diğer taraf matematiksel analizlerin yapılmasında etkilidir. Bu durumda yalan söylemek , beynin yaratıcı kısmının yani sağ tarafın işlevlerinden biridir. Yalanı ortaya çıkarmak için biriyle konuşurken muhakkak onunla göz kontağı kurmalısınız, çünkü göz hareketleriyle karşınızdakinin beyninin hangi tarafını kullandığını anlayabilirsiniz. Eğer ki sağ gözünü  sürekli kırpılıyorsa dikkatli olma zamanıdır.
        

       Bu yazdıklarımla birlikte yalanı anlamanın püf noktalarını öğrendik.Bundan sonra karşınızdaki kişi size yalan söylemeye kalkışırsa ; daha dikkatli olacağınızı düşünüyorum .Hele karşınızda ki ;bu teknikleri biliyorsa ve sizinde bildiğinizi biliyorsa, hiç yalan söyleme şansı kalmadı.
      Yalansız dolansız bir hayatınızın olmasını diliyor ;ancak bunun imkansız olduğunu biliyor olarak,yalana karşı kontrol makinenizi çalıştırmanızın sizin için faydalı olacağını düşünüyorum .Keşke yalan söyleyenin kafasında bir ampul yansa ve hemen anlaşılsa o yalancı ! Yalan dünya da yalansız yaşayamacağımıza göre ; haklı sebeplerle pembemsi , beyaz renklerde yalanlara başvuralım.Bu sayede kimsenin kalbi kırılmaz ;Can kırılmaz , Canan da üzülmez.

http://bit.ly/v6VPKD

Esra  Mirza