Leonard Cohen'den Mektup



L. Cohen’den Mektup

            Saat akşamın dokuzu. Eylülün sonu. İyi olduğunuzu bilmenin mutluluğuyla yazıyorum size.
            İstanbul soğuk, ama sanırım burayı sevdiniz. İstiklal Caddesi’nde gece boyu müzik oluyor. Sizin de hala kayıt yaptığınızı bilmek güzel.
            Bu gece Jane’i de yanınızda getirdiğiniz için size minnettarım. Yılların yüzünüze gölgeler kondurduğunu görüyorum ancak ruhunuz bu salondaki birçok insandan daha dinç. Merak ediyorum, Haydarpaşa’yı ziyaret ettiniz mi? Ve umuyorum ki çingenelerle aranız düzelmiştir. Daha önceden yolunuza çıkanları affettiğinizi işittim. Bu gece yaşattıklarınız için ne söylesem az, biliyorum.
            Tüm samimiyetimle, dostunuz.


   
            İstanbul/Ataşehir’de bir basketbol stadyumu. Kadıköy’den tıklım tıklım kalkan otobüsler, otobüslere binemeyenler için taksi bulma maratonu.
            Stadyumun önündeki mahşer kalabalığının arkasından “Leonard Cohen konseri bu akşam 20.30’da” yazısı geçiyor. Kalabalık, mutluluk, sohbet ve heyecanla kaynıyor. Stadyuma girmek için üzerimizin, çantalarımızın kontrol edileceği kuyrukta kendime bir yer buluyor ve adım adım Cohen’e yaklaşmanın heyecanını paylaşıyorum insanlarla. En solda saha içinden bilet alma imkânı bulmuş kişilerin girdiği bir sıra var. İmrenen gözlerle bakmadan geçemiyorum.
            Nihayet içeri girebiliyoruz. Yerimi bulmak için koridorları hızlı adımlarla geçiyor, yüksekten çekinerek koltuğuma tırmanıyorum. Burada heyecanın dozu daha yüksek. Nihayetinde salonda “Bayanlar, baylar, bu akşamın performansı 5 dakikaya kadar başlayacak” şeklinde bir anons geldi İngilizce. Kapıdaki ışıklı yazının ardından bu anons…
            Tribünlerde oturmuş, heyecanlı kalabalığı izler, insanların mutlu enerjisini hissederken sık sık sahneye bakıyorum. Bir çello, gitarlar, müzisyenlerin oturması için ayrılmış kadife koltuklar, sahnede boydan boya salınan beyaz tüller, kulaklarıma ulaşan müzik… Ama benim aklım O’nda. Kuliste, aynanın karşısına geçmiş, son bir kez kıyafetine göz atıyor; müthiş yüzüne mi bakıyordu? Rahat mıydı? Gergin miydi? Zira kaç kişi olduğunu kestiremediğim müthiş bir kalabalık var bu salonda.


            Arkamda İngilizce konuşan insanlar var. İstanbullu biriyle konuşuyorlar sanırım, “Good for you to Leonard Cohen comin’ to your city…”
“And the atmosphere…”
“It’s our second Leonard Cohen concert, other one was in London…” şeklinde bir sohbet geçiyor, kulak misafiri oluyorum.
            Gözlerim yeniden sahneye odaklanıyor. “Mikrofon… Mikrofonun üzerinde ışığın altında birazdan sahiden de o’nu mu göreceğiz?” diye düşünürken… Alkışlar! Işık!...
            Müzisyenler sahnedeki yerlerini alıyor. Ve Cohen… Sahneye koşarak çıkıyor. Eğildi, şapkasını çıkarıp selamladı bizi. Evet, bizi selamladı. İnanamıyorum. 


            “La la la la la la la la…” Dance Me To the End Of Love’la başladı konser. Cohen gitaristi Javier Mas’ın karşısında oturarak söylemeye başladı. Leonard Cohen’i karşımda görmekten daha inanılmaz bir şey varsa o da Leonard Cohen’i canlı canlı duymakmış… Sanırım bunca zamandır dinlemekten kulaklarım normal bir durum olarak algılamış bir insanın böyle bir sesi olmasını. İlk nota ses tellerinden fırladığı anda en başa döndüm. İlk defa dinliyormuş gibi ve bir insandan bu sesi duymanın hayretiyle bakakaldım. Dance Me To the End of Love şaşkınlığımı üzerimden atamadığım halde eşlik etmeye başladığım giriş şarkısı oldu böylece.


            Ardından The Future geldi. 4’ü bis, 30 şarkının çalındığı, vokalistlerin takla attığı, gitaristin kendi etrafında dönerek dans ettiği, soloların resitale dönüştüğü bir konserdi bu. Solo hangi müzisyendeyse Cohen şapkasını çıkarıp göğsünde tutuyor, onu selamlıyor, saygılarını, dolayısıyla da bizim saygılarımızı sunuyordu. Bird On A Wire, Everybody Knows, Who By Fire derken Old Ideas’dan The Darkness geldi. Ardından Sisters of Mercy. Bu sırada, her şarkının ardından ışıklar bir tiyatro sahnesindeymişçesine karartılıyor ve her şarkıda sahneyi farklı renkte ışıklar yıkıyordu. Mor, mavi, yeşil… İnternetten videolarını izlediğim sahnelerle neredeyse aynı. Yaşlandığını düşündüğümüz bu müzik adamı sahnede minik adımlar ve kocaman sesiyle hala binlerce insanı sarsıyor.
            “Hayat çok güzel…” diye düşündürüyor bu konser. In My Secret Life çalmaya başlayınca ayrı bir keyif beliriyormuş bünyede. Cohen’i bir kereden fazla canlı dinleme fırsatı bulanlar bu tadı biliyor olmalı. Sharon Robinson’ın tatlı sesi kulaklara daha açık seçik ulaşıyor.
            Derken sahnedeki bu büyünün kaynağı, ara verileceğini anons ediyor. İki, iki buçuk saat sürer diye düşünülen konserin dokuza on doğru başlayıp on ikiyi geçerken biteceğini bilmiyorduk o sıra. Ring the Bell ile aranın zilini çalıyor Cohen.
            Aranın ardından insanlar yerini alıyor, ışıklar yeniden kapanıyor. Koca stadyum neredeyse baştan aşağı boşalıp yeniden doluyor. İçerinin bu kadar kalabalık olduğunu unutmuşum. Cohen gözlüklerle geliyor sahneye. “Tower of Song”la ikinci yarıya giriyoruz. Beklenen gerçekleşiyor, L. Cohen sihirli elleriyle klavyeye dokunuyor. Videolardan izlediğim gibi… Notalar tek tek havaya yükseliyor, soluyorum. Tower of Song çalıyor… Müziğe sığınmanın şarkısı, saçlarının ağarmasını, acı çekmeyi “I was born like this, I had no choice /I was born with the gift of a golden voice” dizeleriyle dobra dobra kendine ve dünyaya itiraf etmenin şarkısı çalıyor. Leonard Cohen konserindeyim…
            Ardından çay ve portakal kokuları eşliğinde, alkışlar ve çığlıklarla eski bir dost teşrif ediyor sahneye… Suzanne…  Bu kez gitarı elinde Cohen’in. Nazikçe karşılıyor karşı koyamadığı bu arkadaşı, hep yaptığı gibi. Hani gizlice uzaklara kaçmak istiyordunuz ya. İşte şimdi gözleri dalıyor insanın. Mikrofona çarpan nefeslerini duyuyorum. Yaşım yetmese de ruhumun bir parçası çöpler ve çiçekler arasındaki 60’lar anılarını kurcalıyor. Ve fark ediyorum ki kaydı hep genç Cohen’den dinlemişim. Konserden sonra kaşlarımı çatıp gülümsüyorum. 67’den bu yana… Benim ömrüm yetmiyor. Ne doğumundan ilk albümüne ne ilk albümünden bugüne... Unutmuşluğu kadar bildiğim var mıdır? Sanmıyorum…45 yıl öncesinin sesine “gençmiş” diyorum. Şimdi sahnede, arkasında ışıklar, sesinde batan güneş ve güneşten süzülen bal damlaları. Suzanne, Cohen… Hayatımın konseri.        
            Sonrasında The Gypsy’s Wife, arkasından Partisan, Democracy derken 2. Dünya Savaşı görmüş, 60’larda yaşamış siyasi kimliği parlıyor ışıklar altında. Democracy çalarken damboisiyle eşlik ediyor. Çok da güzel çalıyor. Cohen siyasetten dem vurduğu zaman kafamda bir ampul yanıyor. Beckett’le aralarında bir bağ varmış gibi hissediyorum. Bir yandan da kafasında fötr şapkası, ince fiziği, füme takımı ve ağarmış saçları bana Godot’yu bekleyen Estragon ve Vladimir’i çağrıştırıyor. Godot da böyle mi giyiniyordu acaba? Onlar gibi? Belki o hala bekliyordur. Bense bu gece kendiminkini bulmuş olabilirim.



            Konser esnasında “evet”, diye düşünüyorum. “Old Ideas” gerçekten güzel bir isim. Albüm için de, turne için de. Sonra, büyük şair bize birkaç dize daha okuyor ve Webb Sisters’a bırakıyor sahneyi onlar çalgılarını almış “Coming Back To You” söylerken. Ekibine bu denli saygılarını sunan başka bir müzisyene rastlamadım sanıyorum. Müzisyenlerin tüm hareketleri onu saygı duruşuna geçiriyor, onları bizlere tanıtıyor, önlerinde oturup şarkı söylüyor, sahnesini onlara emanet ediyor. Bir gün Cohen buradan uzaklaşmak istediğinde diyorum kendi kendime, belki de onlar geride bıraktıkları olacak. Webb Sisters’ın ardından bir başka beklenen an geliyor ve Leonard Cohen “Alexandra’s Leaving”i okumaya başlıyor. Şiir bitiyor, şarkı başlıyor. Sharon Robinson’ın görüntüsü yansıyor ekranlara. Onun da yüzünde kırışıklar… Muazzam sesiyle dolduruyor salonu. Alexandra’nın gülümseyişini, ayrılışını anlatıyor. Huzurun ardından hüzün yayılıyor bu sefer. Webb Sisters da katılıyor birazdan. Kimse durdurmaya çalışmıyor yalnız Alexandra’yı. Leonard Cohen konserindeyim çocuklar. Sharon Robinson da burada. Yıllar sesini daha da buğulandırmış. Simsiyah dökülüyor havaya. Tüylerim diken diken.
            Bu kadar hüzne boğup insanları sarsmanın âlemi yok diye düşünmüş olsalar gerek ki arkasından I’m Your Man çalıyor ve ben çığlıklarımı daha fazla saklayamıyorum. “Here I stand” dediğinde sahneye bir tane daha yolluyorum, “I’m Your Man” diyor ve alkışlar havaya yükseliyor. Sololarda Cohen’in şapkası yine göğsünde ancak şu dakikadan sonra bunun “çapkın” bir konser olduğunu söylemeden edemem. Konser boyunca birçok hissi tattırdı yılların eskitemediği bu adam, ancak I’m Your Man beni gerçekten çok heyecanlandırdı. Eh, sahnedeki insan Leonard Cohen sonuçta. Bir kadına nasıl davranacağını biliyor. Ve vurucu bir darbe daha geliyor sonrasında.
            “Hallelujah”. Sözlerini okuyarak giriyor şarkıya. “But you don’t really care for music, do you?” dediğinde çocukluğuma yenilip “I do!” diye bağırıyorum. Havadaki çığlıkların arasına sığınıyorum sonra utanıp. Cohen bağıra bağıra söylerken en çok eşlik etmek istediğim şarkılardan biriymiş Hallelujah. “Sahneye atlama şarkısı” seçilebilir bile belki. Evet evet, kesinlikle Leonard Cohen konserindeyim. Ve bir jest yapıyor Leonard Cohen: “I’ve told the truth, I didn’t come to İstanbul to fool you” diyerek söylüyor şarkısını. Teşekkürler Leonard Cohen.
            Artık konserin sonuna geldiğimizi hissediyoruz. Konser Take This Waltz çalmadan bitmiyor.  Başlarken, “bir daha buraya gelebilir miyiz bilemem ancak şunun sözünü verebilirim ki; bu akşam neyimiz varsa size vereceğiz" demişti. Konserle ilgili sorular için, üç buçuk saat süren konserde bazı şarkıların eksik kalması, sanırım fazla söze hacet olmadığını anlatmanın en iyi yolu. Cohen müzisyen arkadaşlarına teker teker sevgi ve övgülerini iletirken ışıkçıdan tutun perdeciye kadar tüm teknik ekibe de teşekkürlerini iletmişti. Sahneden Çaykovski’nin Şeker Perisi gibi hoplaya zıplaya indi. O an eminim salondaki herkes gülümsüyordu.
            Işıklar açıldığında şaşırtıcı bir şekilde stadyumun bir kısmı bise kalmaksızın ayrıldı. Biz bir süre alkışladıktan sonra L. Cohen yeniden koşarak sahneye çıktı. Alkışlar tavana yükseldi. “So Long Marianne” çalmaya başladı. Ben “ ya Famous Blue Raincoat çalmazsa…” diye endişelenirken “First We Take Manhattan” girdi ve salonda insanlar ayakta, alkışlar havada, sözlere eşlik ederek, dans edilerek Cohen’in hala sahnede oluşu kutlandı.
            Sonra 2. bis kısmına geçildi. Cohen tekrar alkışlandı, gitarını aldı ve birçok seveni için belki de konserin en çok istenilen şarkısı geldi: “Famous Blue Raincoat”. Artık hepimiz L. Cohen imzalı, bir dost, dostumuz imzalı mektuplara sahiptik. Mutluluğumu anlatamam.


            Closing Time’la kapanışı gerçekleştirdi ve gittiğine üzülme fırsatını çaktırmadan alıp cebine koydu. Sahneye, kendisine bir çiçek geldi ve Cohen, o gece kendisini izleyen herkesin anlata anlata bitiremediği zarafetiyle ve nazikliğiyle çiçeği Sharon Robinson’a götürdü.
Gitmeden önce, burada, ailesinden, dostlarından uzakta yaşayan insanların ve harika ülkemizin barışa ulaşması için dua ettiğini söyledi. Bu kısım da konserin geri kalanı kadar vurucuydu. Sahneden yine Şeker Perisi gibi indi. Alkışlar eşliğinde vedalaştık.
            Hayatımın konseriydi. Üzerine güvercin pulu yapıştırılmış mektubumu hala sık sık açıp okuyorum. Ve ben de ona bir mektup yazdım. Belki bir gün okur…
            Eğer sıkı bir Leonard Cohen hayranıysanız ve konserlerini kaçırdıysanız şu an dünya turnesinde. Bence bulduğunuz en iyi fırsatı değerlendirin. L. Cohen’i görmek farklıymış…

                                                          Sevgilerimle, Özen Pelin Duran.


            

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder