Tazecik Albümler: Elton John - The Diving Board

Tazecik Albümler köşemizde bu hafta Elton John'u Eylül ayında yayınladığı "The Diving Board" albümü ile ağırlıyoruz. Öncelikle biraz Elton John'dan bahsedelim:

                                                         Elton John

Asıl adı Reginald Kenneth Dwight olan Elton John, babası olan Stanley Dwight'ın en büyük çocuğu ve annesi Sheila Eileen Dwight'ın tek çocuğu olarak 25 Mart 1947 yılında dünyaya geldi. İngiliz müzisyen, müzisyenlik statüsünün yanı sıra beste yapıyor, söz yazıyor ve her şeyden öte aktörlük dahi yapıyor. 

Elton John söz yazıyor dedik. Ancak söz yazarlığını tek başına yapmıyor, kendisinin bir de yardımcısı var. 1967 yılından bu güne dek kendisi ile birlikte söz yazarlığı yapan ayrıca şair de olan İngiliz Bernie Taupin'le birlikte John eşsiz şarkı sözlerine imza atıyor. 

3 yaşında piyano çalmaya başlayarak müzik hayatına atılan John'un 300 milyondan fazla satan albümlerinin yanı sıra Amerikan listelerinde 1 numarada 28 şarkısı, 2 numarada 4 şarkısı yer almıştır.

Elton John, hayatının bugünlerde beyazperdeye de yansımasıyla da gündeme geldi. "Rocketman" adını alacak olan film için Elton John'u oynayacak başrol oyuncusu bile belirlendi. Elton John'u çocukluğundan şöhrete kavuştuğu yıllara dek "Kara Şövalye Yükseliyor"daki "Bane" karakteriyle üne kavuşan İngiliz aktör "Tom Hardy" canlandıracak. Kesin bir bilgi; çünkü anlaşma çoktan imzalandı bile. Filmi ben de merakla bekliyorum.. 

Ayrıca Tom Hardy'in bir fotoğrafını da koyuyorum. Benzetenler, benzetemeyenler, eleştirenler ya da beğenenler varsa yorumlarınızı bekliyoruz :) 

                                                           Tom Hardy

Albüme geçelim. "The Diving Board" müzisyenin 31. stüdyo albümü. Bir önceki albümünü 2006 yılında "The Captain & The Kid" adıyla yayınlamıştı. Arayı epey açtığının farkına varmış olmalu ki karşımıza birbirinden güzel ve özenli şarkılarla çıktı. Albümde 15 şarkı yer alıyor ama bir de bonus şarkılar var. Onlarla birlikte albümde 19 şarkı yer alıyor. Albüm kapağı da zaten albümün adından da belli olduğu üzere bir sıçrama tahtasından oluşuyor. Ancak üzerindeki insanın birazcık korktuğunu görüyoruz. Kim bilir belki de Elton John da biraz cesaret gerektiren bir kulvarda olmasına karşın iç dünyasındaki korkularını anlattığı bir albüm olduğu için böyle bir kapak tercih etmiş olabilir.

                                                    The Diving Board

Beğendiğim şarkılardan ilki "Home Again" eve geri dönme isteği uyandıran bir şarkı. Aynı zamanda "The Diving Board"ın 26 ağustos 2013'te ilk teklisi "Home Again".

Beğendiğim ve dinlemenizi tavsiye ettiğim bir diğer şarkı ise albümün ikinci teklisi olarak 9 Eylül 2013'te yayınlanan "Oceans Away".

Bunlarla birlikte tavsiye edebileceğim bir diğer şarkı ise Elton John'un yanlışlar yapmayla alakalı olduğunu söylediği  "My Quicksand"ini de mutlaka dinlemelisiniz. Şarkı Parisle ilgili ve jazz unsurlar içeriyor.

"New Fever Waltz" da Elton John'un tabirine göre bir devrim olan ve dinlemenizi şiddetle tavsiye edebileceğim bir diğer albüm şarkısı. 

"Mexican Vacation" da gençliğin iyimserliğini içeren ve dinlemeniz gereken bir kurtuluş şarkısı.

Bunlarla birlikte "Oscar Wilde Gets Out" ve "The Ballad Of Blind Tom"u da mutlaka dinlemelisiniz :)

Yepyeni albümler ve dinlemenizi tavsiye edeceğim şarkılarla Radyo Hacettepe Blog'da yazmaya devam edeceğim.

Unutmadan Elton John'un yayınladığı ilk teklinin video klibini de sizlerle paylaşıyorum:


Yeniden görüşünceye dek müzikle kalın ;)

                                                                                               Deniz Damla ÜNSAL

The Man Who Sold the World

We passed upon the stair, we spoke of was and when
Although I wasn't there, he said I was his friend
Which came as some surprise I spoke into his eyes
I thought you died alone, a long long time ago

Oh no, not me
I never lost control
You're face to face
With the man who sold the world

I laughed and shook his hand, and made my way back home
I searched for form and land, for years and years I roamed
I gazed a gazely stare at all the millions here
We must have died alone, a long long time ago

Who knows? Not me
We never lost control
You're face to face
With the man who sold the world


              Uzun zaman önce ölmüş olmalıydık… Yıllarca hikâyelerle, şarkılarla, kostümlerle sahnelerde kendini arayan adam yazmıştı bu dizeleri. Ruhunun derinliklerine bakıp içindeki tüm çocukları keşfetmeye çalışıyordu. Böylece gözlerini kapadı ve açtığında iki farklı adam çıktı ortaya. Dünyaya farklı renklerle bakan iki adam… Ama bu daha sonra anlatacağımız bir hikâye.
            Uzaya çıkalım. İkimizden başkasının olmadığı, rahatça yıldızları seyredebileceğimiz bir yere. Sen beni henüz tanımıyorsun. Şimdilik sana kimliğimden bahsedemem. Ama bir gün hiç ummadığın anda bu dakikayı hatırlayacaksın. Süzülüp gelen bir şeytan tüyü saçlarına konacak. O zaman hatırlayacaksın. Merdivenlerde karşılaştığımızı.
            1970 yılına dayanıyor The Man Who Sold the World’ün kaydı. O sene Amerika’da, hemen takip eden seneyse müzisyenin evi İngiltere’de yayınlanıyor şarkının ismini verdiği albüm. Space Oddity’den sonra, Hunky Dory’den önce. Albüm kayıtlarının gerçekleştiği Bowie evi “Dracula’nın salonu gibi” diye tanımlanıyor. Albüm kapağında Bowie’yi elinde yerlere saçılmış kartlardan birini tutarken, saçları omuzlarına dökülmüş, üzerinde güzel bir elbise, koltuğunda uzanırken görüyoruz. Bana zaman zaman bir tarot kartını anımsatır bu kapak.
            Şarkının sözlerindeyse Amerikan şair Hughes Mearns’ün “Antigonish” şiirine bir gönderme olabilir. Şair tarafından 1899 yılında kaleme alınmış şiir (diğer bir ismiyle The Little Man Who Wasn’t There) şu şekilde:

Yesterday, upon the stair,
I met a man who wasn't there.
He wasn't there again today,
I wish, I wish he'd go away...

When I came home last night at three,
The man was waiting there for me
But when I looked around the hall,
I couldn't see him there at all!
Go away, go away, don't you come back any more!
Go away, go away, and please don't slam the door...

Last night I saw upon the stair,
A little man who wasn't there,
He wasn't there again today
Oh, how I wish he'd go away..

            Atıfta bulunuyor olabilir dedik ama iki şiiri benzetenler için şöyle bir not da düşelim, Antigonish şiiri daha çok hayaletlerle konuşuyor; The Man Who Sold the World ise daha çok astral izler taşıyor. Bir de bu kez 1949 yılından bir bilim kurgu hikâyemiz var “The Man Who Sold the Moon” isimli, ama şarkımız bu kısa hikayeyle pek benzerlik göstermiyor.
            Bowie’nin yaklaşık otuz yıl sonra yaptığı bir açıklamadaysa yine “gerçek kimliğini aramak”la ilgili bir durum söz konusu şarkı için. Onu bu kadar çekici, defalarca anlamaya çalışmaya değer kılansa bilinmezliği olsa gerek. Dinledikçe şöyle oluyor, otobüste gidiyorsun, şarkıyı dinlerken kafanda bir ışık yanıyor: “Belki de bu kısmı bunu düşünerek yazdı…” diyorsun. Ve daha da iyisi neyin neden olduğunu anlasan da, yine de bir türlü “tamam işte bu” diyememek. Daha fazla olasılık bırakmak, daha çok kabullenmek bilmediğini ve kendi bilinmezlerinle yüzleşip bundan keyif almak… Açık kapılar ardından geliyor Bowie’nin sesi. Dünyayı satan adamla yüzleşmek isteyenler için bağlantımız aşağıda…  J

http://www.youtube.com/watch?v=6x5OubSeb-U

                                                                                            Özen Pelin Duran 


Tazecik Albümler: Travis – Where You Stand

 
 "Tazecik Albümler" köşesinden bu hafta Travis’in son albümü "Where You Stand"çıktı. İskoçyalı; ama İskoç eteği olmayan 4 adamdan oluşan grup Glasgow’da 1990 yılında meydana geldi. Meydana geldi diyorum; çünkü güzel şarkılarıyla dünyaya güneş gibi doğduklarını düşünüyorum J Vokalde Fran Healey, basta Dougie Payne, gitarda Andy Dunlop ve davulda Neil Primrose’dan oluşan 23 yaşındaki grubun 7 çocuğu var. İlk albümlerini 1997 yılında "Good Feeling"adıyla çıkardılar. Ardından 1999 yılında "The Man Who", 2001 yılında "The Invisible Band", 2003 yılında "12 Memories", 2007 yılında "The Boy With No Name", 2008 yılında "Ode To J. Smith" ve son olarak geçtiğimiz Ağustos ayında "Where You Stand" adını verdikleri çocukları var Bu 7 albüm birbirinden özel şarkılar içeriyor. 

    Grubun adı da Travis. Bunun da bir hikayesi var elbette.. İskoç grup Harry Dean Stanton’un başrolünü aldığı, aynı zamanda Sam Shepard’ın senaryosunu alan 1984 yapımı, "Paris, Texas" adlı filmin baş karakterinden etkilendiği için bu ismi alıyor. Filmden de bahsedelim.. Travis Henderson rolüyle başrolde yer alan Harry Dean Stanton’u filmin başında uzamış sakalları, başında bir beyzbol şapkasıyla Teksas çöllerinin birinde, yolun kenarında yürürken ekranda görüyoruz. Filmde "Travis" adını verdiği çöl arazisinde yaşayan Travis Henderson’ın hayatı anlatılıyor. İlgililerin izlemesini ve yorumlarını bekliyoruz.



    Biz birkaç bilginin ardından "Where You Stand" albümüne geçelim. Dinlendiğinde yine "Travis Travisliğini yapmış!" dediğim bir albümle karşı karşıya kaldım. Albümde 11 şarkı yer alıyor ancak 3 tane de bonus şarkı var. Şarkıların birçoğunu Healey yazmış olsa da Payne’in de birçok şarkıda ismi olduğunu görüyoruz. Ancak Dunlop ve Primrose’a da ait olan şarkılar var J Ben şarkıların tamamından bahsetmeyeceğim; ancak size dinlemenizi tavsiye edeceğim şarkıları sıralıyorum: Moving, Warning Sign, Where You Stand, A Different Room, Boxes, On My Wall, The Big Screen ve en çok beğendiğim albüm şarkıları New Shoes’u dinlemenizi şiddetle tavsiye ederim. Şimdi ben böyle tavsiye ettiklerimi sıralayınca geriye 3 şarkı kaldı. Belki beğenenler olur isimlerini verelim: Another Guy, Reminder ve Mother. Bir de bonus şarkılar var demiştik. Onları da beğenen olursa diye söylüyorum: Anniversary, Parallel Lines ve Ferris Wheel.

    Albümün ilk teklisi 30 Nisan’da albümün adını alan Where You Stand kliple birlikte tanıtıldı. 2. tekli ise 1 Temmuz’da açıklanan Moving oldu ve yine bir klibi var. İzlemek isteyenler için:
Müzikle kalın ;)
                                                                                         
                                                                                            Deniz Damla ÜNSAL



Bir Garip Hard Rocker


           Hard Rock Cafe
sonunda Türkiye’ye gelme kararı almış duyduğumuza göre. Öncelikle kendi adıma çok mutlu olduğumu belirtmem gerek. Çünkü Hard Rock Cafe benim için ayrı bir kültür demek. 
Yurt dışında bulunduğum bir beş ayım oldu ve ben bu beş ayımı gezmeye adadım. Ama öylesine bi’ gezme değil; Avrupa ülkelerinin param yettiği kadarına gidip, her birinde Hard Rock Cafe’yi bulup, hepsinin içine giremesem de en azından önünde fotoğraf çektirmeliydim. Gezi planımdan Hard Rock’ı eksik etmemeliydim. Bir nevi fotoğraflardan koleksiyon yapmaktı niyetim. Yaptım da sayılabilir. Yukarıda “Hard Rock bir kültür” demiştim, peki niye bunu söyledim, işte tam olarak bu noktayı açıklamak istiyorum. Bunu da Polonya’da hamburger-bira keyfi yapma fırsatına eriştiğim Hard Rock Varşova anılarımla anlatacağım... :)
İçeri girdiğimde Elvis Presley’nin imzalı bir sahne kostümü karşıladı beni. Kendinden çok emin, güler yüzlü iki garson bir şeyler yemek isteyip istemediğimi sordular. Yiyeceğimi söyledim (eh gelmişken bir Legendary Burger yeme fırsatını kaçırmak olmazdı tabii). Beni aşağı kata yönlendirdiler. 

 Merdivenlerden inerken suratımın ne halde olduğunu az çok tahmin edebiliyorum. Şaşkınlığım ve hayranlığım karşısında birilerinin fotoğrafımı çekmiş olmasını dilerdim. Sonradan bakmak eğlenceli olabilirdi ama ne yazık ki çeken olmamış. Elimde şaşkınlığımın fotoğrafı olmadığına göre, sizlere niçin bu kadar hayran kaldığımdan bahsedeyimJ
Ahşap merdivenlerden inerken iki yanımda uzayan siyah duvarlar, aklınıza gelebilecek neredeyse her dev ismin imzalı hazineleriyle doluydu. Plaklar, kostümler, ceketler, gitarlar ve hiçbir yerde rastlamadığınız fotoğraflar ve el yazmaları… Her şey çerçevelenmiş ve ışıklandırılmış yanımdan akıp gidiyorlardı.
 Aşağı kata vardığımda hayranlık katsayım iki katına çıkmış olabilir. Bu defa merdivenleri inerken, içim giderek incelediğim onca hazinenin katbekat fazlası önümde duruyordu. Gitarlarla kaplı bir duvar vardı ki nasıl anlatsam! (O gün o duvarın önünde yemek yiyemesem de içimde öyle bir kalmış ki sonradan gidip o duvarın önünde biramı içmeyi ihmal etmedimJ). Yüzlerce elektro-gitarı ortadan ikiye bölüp duvara monte etmişler; sanki yüzlerce gitar üst üste yığılı duruyor gibi görünüyordu.
Masama geçip geniş salonun dört bir yanına konan LCD televizyonlardan yapılan muhteşem müzik yayını eşliğinde Legendary Burger’ımi ve biramı sipariş edip çevremde asılı duran imzalı hazineleri incelemeyi sürdürdüm. Erkekler tuvaletinin “Guns” kadınlar tuvaletininse “Roses” olduğunu ve iç dekorasyonunun da isimleri doğrultusunda yapıldığını fark edince yüzümdeki kocaman gülümseme kimseyi rahatsız etmemiş olsa gerek. Guns’ın aurasını yalnızca tahmin edebiliyorum tabi ama Roses’ı tarif etmek isterim J Duvarlar gül desenli duvar kâğıdıyla kaplı, sabun gül kokulu, lavabo güllerle doluydu. Yolunuz düşerse bir şey yiyip içmeyecek de olsanız “birine bakıp çıkacaktım” numarasıyla tuvaletleri bir ziyaret etmenizi öneririm. J
Önüme gelen hamburger bugüne kadar yediğim en güzel burger olsa gerek. Adı gibi efsaneviydi desem yalan olmaz. Hem boyutu hem de lezzeti oldukça başarılıydı. Garsonlar… Onlar da dikkatimi çeken bir diğer unsurdu diyebilirim. Nasıl havalı olduklarını anlatamam bile! Kravatlarına taktıkları her çeşit hard rock iğnesinin çok güzel durduğunu söylemeden de geçmemeliyim. Store’u ziyaret etmek zorunda bırakıyorlar insanı.
Bar kısmıysa bir başka harikaydı. Işıklandırması ve dekorasyonu öyle şıktı ki çok zengin olsam ve bütün gün orda oturup bir şeyler içsem hiç canım sıkılmazdı eminim. J
Umuyorum Hard Rock yalnızca bir cafe değil, aynı zamanda bir kültürdür deyişimin sebebini açıklayabilmişimdir. İçinde yatan hazineler, ordayken size sunduğu müzik keyfi apayrı… İstanbul’da açıldığında da ilk işim gidip yaşadığım ülkede de bu kıymetli zevki yaşamak olacak... J
   

            Göksu ÖZTÜRK

                   

Gezip Görecekleriniz Sizin Olsun Ama Bize Yine Gezip Gördüklerinizi Anlatın!

            Radyo Hacettepe olarak 3 kişilik geniş bir deney grubu ile laboratuar ortamında titizlikle yaptığımız araştırmanın sonuçlarına göre, üniversitede eğitim gören kişi veya kişilerin %33’ü (ki bu deney grubumuzdaki 3 kişiden 1’i oluyor...) “bu sene kesin gezeceğim ayları” olarak nitelenen Temmuz-Eylül ayları arasında bir gezi planlıyor. Planları yapılmaya başlanan bu gezinin pusulası genel olarak Avrupa’ya yöneliyor ve şüphesiz ki Avrupa’ya yönelen her pusula da bilir ki ülkemizde hasret olduğumuz demiryolu, Avrupa’yı karış karış gezmenin göreli olarak en ucuz ve genel olarak en pratik yoludur.


Biletlerimi istediğim zaman alırım, aldığım kadar öderim.
            Gitmeden önce Avrupa haritası öne koyulup bakılır, nerede demiryolu var nerede yok, olmayan yer neden yok, “neden her yerde demiryolu var?” gibi soruları kişi kendisine sorar ve rotasını belirler. Ardından maliyet için bir düşünme ve araştırma aşaması başlar. Avrupa’da yetişkin bir şehirden sınırını paylaştığı başka bir şehre demiryolu ile gitmek için ortalama 60- 80 Euro ödenir, bu fiyat trenin konforuna, bilet aldığınız tarihe ve en önemlisi burcunuzun o ayki konumuna göre değişiklik gösterir.
            Verdiğim bu gizli bilginin ardından “E ama bu biletler pahalıymış?” diyen kimseyi duyamıyorum, belli ki herkesin beklediği oldu fakat biletlerin pahalı oluşu bizi bu yazıda pek de ilgilendirmiyor. Çünkü halk arasında Interrail olarak adlandırılan pass bileti alarak tüm Avrupa ülkelerindeki tüm trenlere bilet süremiz ve biletimizin kapsamı boyunca huzur ve şevkle binebiliyoruz.

Interrail nedir, ne değildir?
            Ünlü bir yazarın “herkesin bildiği şeyler için iki paragraftır yeterli olan, hani uzuyorsa da üç olsun” sözünü referans alarak “Interrail nedir, ne değildir?” sorularına doğru yanaşmak isterim. Öncelikle Interrail’ın ne olmadığını netleştirmek isterim: Interrail bir program değildir, Interrail tüm tren ücretlerinin bilete dâhil olması demek değildir, Interrail bir tur şirketi hiç değildir.


 Bir husumet bin nasihatten asla iyi olamaz!
            Interrail planı dendiğinde akla birbirini destekleme oranı kutupların yer değiştirme oranına eşit olan nasihatler ve öneriler gelir. Plan yapmadan, her şey netleşmeden önce sözlükler, forumlar -bir sonuç alınamayacağı bilinse de- ansiklopediler incelenir, türlü öneriler görülür. Şayet tüm bu önerilere göre bir plan yapılacaksa yanımızda buz kıracağından dörtlü zigon sehpaya, orta ölçekli bir evin çoğu ihtiyacını karşılayacak şekilde bir çanta hazırlamamız gerekecektir. Bu sebeple bu yazı eser miktarda dahi olsa öneri içermemektedir, bilgilendirmek şöyle dursun akılları bulandırmayı şiar edinmiştir!

Bu başımıza gelen Inter değil...
            Tatile çıkacak olanlara bir önerimiz olmayacak demiştim fakat yakınlarına bir önerim olabilir. Evden uzaklık arttıkça beklenmeyen şeylere karşı tedirginlik artıyor. Bu yüzden yakınlarından biri Interrail’a katılacak birisi blogumuzu okuyorsa, bahsi geçen gezginin “tek çantaya fizik kanunlarını hiçe sayarak ne kadar çok eşya yerleştirebilirim?”  düşüncesiyle hazırladığı çantadaki şeylerin yarısını iz bırakmadan çıkarmasını tavsiye ederim. Hem bu yapılan değişiklik bahsi geçen kıyafetler zaten giyilmeyeceğinden asla fark edilmeyecek, hem de bu iyiliği yapan kişi olarak kendinizle ömür boyu olmasa da 3 aylık bir kıvanç duymakta da haklı olacaksınız.

Yaşadığım en heyecanlı anlardan biriydi!
Hiç kimsenin, Avrupa’nın bile böyle büyük hazırlıkları olmadı!
            Hazırlık genel olarak tatilin süresinden üç ay önce başladığı için bu zamanlama gerçekten kimi bünyelere gün saydırabiliyor. Gün sayarken tatil esnasında gidiş-dönüş için hava yolu kullanma fikri genelde akıllıca oluyor ki Avrupa’da Interrail biletinin süresini ya da kapsamını kısa tutup 1 Euro seviyesinde bile bulunabilen uçak biletleriyle birkaç rotayı da hava yolu ile aşabiliyoruz. 


----- Yazının bu kısmı kısa bir spoiler içermektedir -----

Avrupa kendi içinde farklılıklara sahip bir yer. Eğer İngilizce biliyorsanız, kimi ve çoğu ülkede kendinizi evinizde gibi hissedip, sorun yaşayamayıp kimi yerlerde bulunulan ülkenin yerel dilinin “ses yükselterek zihin açma” tekniğiyle size öğretilmesine şahit olabilirsiniz.
Gezi süresince yapılan Euro/TL oranlamaları sayesinde herkes içinde saklı tuttuğu matematik dehasını dört işlem seviyesinde ortaya çıkarma fırsatı buluyor, kendini tanıyor.
Bir veterinerin Avrupa’ya yaptığı ilk ziyaretini anlattığım “Şaşkınlığın Dayanılmaz Hafifliği” kitabımda da belirttiğim gibi kendi kendine işleyen ve sakin bir düzen şaşkınlık yaratabiliyor fakat bu şaşkınlığın alışkanlığa dönüşmesi pek de uzun sürmüyor.

----- Spoiler bitişi -----

Interrail konusunda bir öneri verecek olsaydım bu öneri asla “Yerin kulağı var” olmazdı, iyi ki de değil...

(Unutmadan, şayet yazının bu kısmına ulaştıysanız bunun karşılığı şarkının sonuna yetişen bir fon olmalı!
http://www.youtube.com/watch?v=aQpsI2QrAO8)

Gezip görecekleriniz sizin olsun ama bize yine gezip gördüklerinizi anlatın!
Sevgi dolu saygılarımla,
Tansel Erdem Yılmaz

Büyüteç'te Bu Hafta: Eric Clapton

         
         Riske girmeden kaliteli müzik dinlemek istediğimiz zamanlarda, müzik tarihine adını yazdırmış efsane isimler arasında buluruz kendimizi. Efsane denince aklımızda şimşek gibi çakan isimlerden biriyse Eric Clapton. 60’lı yılların sonunda duvarlara “Clapton is God” yazan fanatik bir hayran kitlesine sahip olan, dünyaca ünlü blues gitaristini mercek altına alalım sizlerle.  
 
 
          1945 yılında evlilik dışı bir ilişkiden dünyaya gelen Clapton, dokuz yaşına kadar öğrenmediği bir gerçekle yaşadı. Büyük annesi ve büyük babasını ebeveynleri olarak tanıyan Clapton, annesini ablası sanarak büyüdü. Kingston Sanat Okulu’nda cam tasarımı üzerine aldığı eğitim, blues tutkunu Eric’in sınıfta gitar çalarak uzaklaştıma almasıyla yarım kaldı. Boş zamanını gitar çalarak geçiren Eric, bu durumdan hiç de şikâyetçi görünmüyordu. Bir televizyon şovunda Jerry Lee Lewis için söylediği şarkıyla da müzik hayatının başlangıcına adım atmış oldu.

            1964 yılında, blues-rock çalan bir gruba, The Yardbirds’e dâhil oldu. “Five Live Yardbirds” ve “For Your Love” adlı albümleriyle, grup büyük bir hayran kitlesi kazanırken, Clapton ise parçaların blues’dan uzaklaştığını, albümlerin ticari amaçlarla piyasaya sürüldüğünü düşünmeye başladı ve 1965’in sonunda The Yardbirds’ten ayrıldı. John Mayell’s Bluesbrakers topluluğuna katılan Clapon, saf blues müzik yapma şansını bu grupla tekrar yakaladı ve yeteneklerini oldukça geliştirdi. Kısa süre sonra ise bireysel olarak da fanatik hayranlar elde etmeye başlayacaktı.
 
            Gruptan ayrılarak kendi topluluğunu kurma kararı alan Eric Clapton, 1966 yılında basta Jack Bruce ve bateride Ginger Bake’le Cream grubunu kurdu. Grubun tek hedefi ise müzikal düşünce yapısını değiştirmek, dinleyenleri tek bir notayla kendinden geçirebilmekti ve birlikte oldukları süre içinde oldukça başarılı işler ortaya çıkardılar. Cream’in dünyanın dört bir yanına düzenlediği turneler, grubun uluslararası alanda tanınmasına öncülük etti.  Ancak Clapton’un giderek artan şöhreti, grubun dağılmasına neden oldu.
 
 
            1969'da Blind Faith ile çıkardığı, grubun adını taşıyan bir albümle istediği başarıyı yakalamayan Clapton, pes etmedi ve gece gündüz demeden gitarıyla vakit geçirmeye başladı.  Derek and the Dominos adlı grubuyla çıkardığı “Layla and Other Assorted Love Songs” albümüyle müzik tarihine silinmeyecek harflerle adını yazdırmaya başladı. Albümün en çok bilinen parçası Layla ise Clapton’ın yakın arkadaşı George Harrison ve onun eşi Pattie Boyd arasında yaşanan aşk üçlemesini konu alıyor. 1979 yılında Clapton’la evlenen Pattie Boyd, Wonderful Tonight, Old Love ve Bell Bottom Blues parçalarına da ilham kaynağı olmuştur.
 
1988 yılında hayatının aşkı Pattie’den ayrılan Clapton, sahne ışıklarından çekilecek kadar kötü günler geçiriyordu ve müziğe bir süre ara verdi. Bu dönemde yakın dostları Colin Smythe ve Nigel Browne, geçirdikleri helikopter kazası sonucu yaşamlarını yitirdi. 1991 yılında ise 4 yaşındaki oğlu Colin, 53. Kattaki bir daireden düşerek hayatını kaybetti. Bu zor dönemlerin ardından alkol ve madde bağımlılığıyla verdiği mücadeleden galip gelen Clapton, uzun soluklu bir aradan sonra Tears In Heaven ismini verdiği, acıyla beslenen parçasını oğlu için yazdı ve bu beste sanatçıya aynı yıl altı Grammy Ödülü kazandırdı.

            Hala kalitesinden ödün vermeden gitarını çalmaya devam eden sanatçı, bu sene dördüncüsü gerçekleşecek olan Crossroads Guitar Festival ile hayranlarıyla buluştu. Alanında en iyi sanatçıların bizzat Clapton tarafından davet edildiği bu festivalin geliri ise Clapton’un Crossroad adlı rehabilitasyon merkezine verildi.

 
            Zamanda yolculuğumuzu tamamladığımıza göre, Eric Clapton’u “Eric Clapton” yapan parçalarla bir kez daha kulağımızın pasını silmeye ne dersiniz?
                                                                                       Meliz ERSOY