ANKARA SANAT TİYATROSU’YLA BİR SÖYLEŞİ



1963 yılından bu yana varlığını koruyan, birçok tiyatro insanı yetiştirmiş olan Ankara Sanat Tiyatrosu, Kızılay/ Ihlamur Sokak’ta, oyuncuyla seyircinin iç içe olduğu, yaklaşık 300 kişilik salonu olan bir tiyatro. Radyo Hacettepe olarak sanatseverler için 50 yıldır Ankara’nın sanatı olmuş bu özel tiyatroyla bir söyleşimiz oldu. Selamün Kavlen Karakolu oyuncularından Gizem Aldemir, Nalan Güreş, Hakan Güven ve Mahir İpek, Radyo Hacettepe ailesinden Özen Pelin Duran ve Ece Demirdizen'in sorularını yanıtladı.


Ece: Merhabalar, öncelikle Ankara Sanat Tiyatrosu’nun 50. yaşı kutlu olsun. AST’ın 50. yılını kutladığı bu özel senede Selamün Kalven Karakolu ile seyircilerle buluşmak sizler için nasıl bir duygu?

Gizem Aldemir: Öncelikle Yücel Erten gibi bir yönetmenle çalışıyoruz… Böyle bir oyun, söylediği söz açısından, seyirciyi içine alması, insanlara keyifli vakit geçirtmek ve bizim de sahnede eğlenmemiz açısından önemli.

Nalan Güreş: 50 yıllık bir tiyatronun 50. yılını kutlarken bunun içerisinde olmak bambaşka bir mutluluk bizim için. Çocuk yaşlarda kursiyer olarak başladık buraya. Sonra birkaç sene burada kaldık, oyunlarda oynadık, sonrasında okullara gittik ve geri döndük. Şimdi 50. Yılda hala buradayız. Çok büyük bir mutluluk kesinlikle...     
        Selamün Kavlen Karakolu için bize dönen tepkilerde seyircinin söyledikleri çok önemli: ”Çok samimiydiniz. Ve ekip birbiriyle o kadar iyi anlaşıyor ki, o kadar güzel bir elektriği var ki bu bize geçiyor”.

Ece: Oyun hakkında sizin fikirlerinizi alabilir miyiz?

Mahir İpek: Bizler için öncelikli olan oyunun kendi çizgisinin Ankara Sanat’ın çizgisiyle ortak bir yerde buluşması. Zaten Aziz Nesin, dünya görüşü, hayata bakışı, mizahıyla, politik yönüyle bir yerde durduğu için Ankara Sanat’la buluşması mümkün bir durum. Daha öncesinde Aziz Nesin’den Zübük’ü de uyarladık, Ankara Sanat Tiyatrosu’nun tarihinde daha önce Aziz Nesinler oldu.
Selamün Kavlen Karakolu ise, 50. yılda hem Aziz Nesin, hem Yücel Erten hem AST gibi bir üçlü ayağın bir araya gelmesi için özellikle seçilmiş bir oyun. Yücel Erten de Aziz Nesin uyarlamalarında ciddi anlamda bir profesör olduğundan, üçü bu noktada bir araya geldi.

Hakan Güven: Aziz Nesin gerçekten büyük bir yazar, büyük bir usta. Nesin’in bundan yıllar önce yazdığı hikâyeler, öyküler, yaptığı eleştiriler bugün bile reaksiyon alıyor.
Aziz Nesin’in eserleri, gündemini hiç yitirmeyen, bir 50 sene daha geçse de yitirmeyen ve yitirmeyecek olan eserler. Selamün Kalven Karakolu’nu bundan 40-50 sene sonra da bir grup oynasa herhalde aynı tavırla, ağlanacak halimize güleriz seyirci olarak. Aziz Nesin’in böyle bir büyüsü, ön görüsü var daha doğrusu, ileriyi görme yeteneği var. Bu nedenle üç ismin, Ankara Sanat Tiyatrosu, Aziz Nesin ve Yücel Erten’in buluşmasının gerçekten 50. yıla yakışır bir iş, iyi bir üretim olduğunu düşünüyorum ben.

Pelin: AST politik tiyatronun  simge ismi ve 50 yıldır bu çizgisini koruyor. Şüphesiz bunun altında tiyatroya gönül vermiş pek çok kişinin emeği var. Politik Tiyatro olmak, sizin deyiminizle ''suya sabuna dokunmak'', oyunlarınızın bazı çevrelerce olumlu ve bazı çevrelerce olumsuz tepki görmesine sebep oluyor. AST, olumlu olumsuz bu eleştirilerden nasıl etkileniyor?

Gizem Aldemir: Aslında zaten herhangi bir alanda politik olmak, bir tarafı karşınıza, bir tarafı yanınıza almak demek. Bir düşünceye karşı duruş gösterdiğiniz için bu insanlar olumsuz tavır ya da tepki gösteriyorlar.
Sonuçta burada olan insanlar belirli bir dünya görüşüne sahip, dünyaya bir yerden bakan, insanı sahiplenen insanlar. Sahnede söylediğimiz sözü “biz oyuncuyuz, burada iş bulduk” gibi bir bakış açısıyla değil de, AST’ın o bahsettiğiniz çizgisi, politik olma durumuyla söylüyoruz.
Yaptığımız iş suya yazı yazmak, dolayısıyla sahneden de olsa bir söz söylemek istiyoruz. Zaten o aslında karşınızda gibi görünen insanlara sözünüz. Bizimle aynı düşünen insanlar zaten bizim yanımızda, bizim seyircimiz. Bizim hedefimiz, bizim gibi düşünmeyen insanlara da derdimizi anlatmak. AST’ın bu anlamda doğru adres olduğunuz inanıyorum ben.

Ece: Peki şu anda Türkiye’de politik tiyatroya devam etmenin zorlukları neler?

Mahir İpek: Aslında tiyatroya devam etmek zaten başlı başına çok zor. Bir de politik tiyatro olunca koşullar daha da zorlaşıyor. Ama Türkiye gibi bir ülkede özel tiyatro olmak ve bunu 50 senedir yaşatıyor olmak bir mucize bence. 70’li yıllarda bu tiyatronun kapısına kilit de vuruldu. Şu anda kilit vurulmuyor evet ama siz çok derinden, hissettirilmeden başka baskılarla karşılaşıyorsunuz. Sadece bu tiyatro için değil, bu sokaktaki insan için de geçerli.
Politik tiyatro olmanın bir de seyirci boyutu var. Siz sınıflandırmasanız bile seyirci kendisini sınıflandırıyor. İnsanlar politik tiyatro yerine daha “eğlenceli” şeyleri tercih edebiliyorlar. Bu, zaman zaman dezavantaj, zaman zaman da avantaj. Sonuçta sizin bir seyirciniz var ve alt veya üst sayısını tahmin edebileceğiniz bir kitle bu. Bizim hedefimiz biraz da hayata politik duyarlılığı olan ama sanatın kapısından geçmeyen insanları da buralarla tanıştırmak. Bizim politik tiyatro yanımız hiçbir zaman slogancı, didaktik, kıssadan hisse yapan bir yapı olmadı. Hiçbir dönemde olmadı.
            “Politik tiyatro” denince dışarıdan bir ürkme meselesi söz konusudur ya, “burada bize kim bilir neler anlatacaklar” gibi bir önyargı da var. Mesele biraz onu da kırmak. Piscator’un ”Politik Tiyatro” kitabının kapağında bir yazı var, yanılmıyorsam Augusto Boal’in söylediği, “hayatın kendisi politiktir” der. “Ben politikayı sevmiyorum” diyen insan da bu cümleyle politika yapar.
Ece: Tiyatro, sizin de dediğiniz gibi zor bir dönem geçiriyor. Son yıllarda kapatılan pek çok tiyatro oldu ve şimdi Akün ve Şinasi Sahnelerinin kapatılması söz konusu, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Gizem Aldemir: Geçen yıllarda AKM’yi, Emek Sinemasını ve birçok sahneyi kapattılar. Şimdi sıra Akün ve Şinasi’de… Mesele aslında Akün ve Şinasi Sahnelerinin kapatılması değil. Mesele sistem meselesi… Gelip dayandığımız nokta o. Akün kapatılıyor, Şinasi kapatılıyor, geçen Emek kapatıldı ama insanların hafızasından silindi.
            Akün’e Şinasi’ye televizyonun başından kapatılıyormuş diyorsun. Tepki yok, orada iki, üç tane kalabalık bir güruh, hepsi oyuncu ya da bir şekilde tiyatronun perde arkasındaki, sinemanın gerisindeki, önündeki insanlar geliyor kapatılmasın diye. Seyircinin desteği yok çünkü.  Sanata, tiyatroya düşkün insanlar dışında hiç kimse etkilenmiyor bu durumdan. Bir gün, iki gün, üç gün konuşulup dördüncü gün unutuluyor.

Nalan Güreş: En büyük örnek Genco Erkal’ın oynadığı tiyatroyu kapattılar ve bir günden bir güne bu konuşulmadı. Devlet tiyatroları Akün ve Şinasi diyoruz ama koskoca Genco Erkal’ın tiyatrosu da kapatıldı.

Pelin: Durum gerçekten üzücü. Tiyatronun geleceği,  yapılacak aktarımlar da bundan etkileniyor. Söz aktarımdan açılmışken, AST, yeni nesillere aktarıma devam ediyor. Bize biraz AKADEMİAST’tan bahsetmeniz mümkün mü?

Gizem Aldemir: AST elli yaşında ve yaşına yakın bir süredir kursiyerlik denilen bir gelenek var. Bizler de kursiyerdik. Ama bu sene, kursiyerlik daha profesyonelce yapılıyor. Bütün eğitmenlerin birbirleriyle paralel çalıştığı bir sisteme oturtup daha geniş bir kitleye hitap ediyoruz.
            Mesela on sekiz yaş üstü üniversite öğrencileri gelirdi bize genelde ya da tiyatro yapmak isteyen ve sınavlara girmek isteyen kişilerin öğreneceği çok şey olurdu burada. Şimdi yaş grupları değişti.  Kursiyerlik altı yaştan başlıyor, yetişkin, on sekiz yaş üstüne kadar bütün gruplarda drama dersi veriyoruz. Milli Eğitim Bakanlığıyla bir protokol sonucu belirlenen programda okullarda da derse giriyoruz. Gerek çocuklardan, gerek ailelerden bize geri dönüşler gayet iyi. Ben kendi adıma derslere girmekten onlarla bir şeyler üretmekten, paylaşmaktan zevk alıyorum. Çocuklar çok istekliler, tiyatroyu tanıyorlar ve bizim bütün oyunlarımıza geliyorlar neredeyse. Farkındalar ve istiyorlar, zaten çocuklar geneli buraya kendi istekleriyle geliyor. Aile zoruyla gelen çocuk yok gibi. O yüzden keyifli ve eğlenceli geçiyor. Böyle bir akademinin varlığı, o yaştaki çocukların da o sahnenin üzerine çıkması ve bu havayı teneffüs etmesi, bence sadece bu açıdan bile çok değerli.

Nalan Güreş:  Çocukların küçük yaşta burayı öğrenmiş olmaları çok güzel bir şey, böyle devam edecekler ya da buranın çok iyi bir seyircisi olacaklar.

Gizem Aldemir: Bir de şu çok ilginç, biz o sahnede başkalarından ders alıyorduk şimdi biz o sahnede başkalarına ders veriyoruz. Çok fazla insanın yaşayabileceği bir şey değil bu. O yüzden bizim için çok büyük bir mutluluk. Bazen o çocuklara bakınca kendi anıları geliyor insanın aklına. Bizim o dönemimizde de biz çok heyecanlı, çok istekliydik. Buranın koltuklarına varana kadar temizlerdik.


Ece: Selamün Kavlen Karakolu’na dönecek olursak, bize çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz biraz? Oyunu sahneleme süreciniz nasıl gelişti?

Mahir İpek: Aslında bu sene için hazırladığımız oyunun provalarına geçen sezonun sonunda başladık. Mayısın ilk haftası gibi oyunu çıkardık ve sezonu bekledik. Yaklaşık bir buçuk ay gibi bir prova süresi oldu.
Yücel Erten gibi prestijli bir yönetmenle başlangıç yapıldı. Ve Yücel Erten’in istediği oyunculuk biçiminin oluşturulması süresi, herkes için ciddi anlamda bir oyunculuk antrenmanı da oldu. Klasik bir şekilde bir oyun çalışır gibi, "metni ezberledin, çıktın ve çalışıyorsun” sürecinin biraz daha ötesinde bir çalışma süreciydi. O açıdan da hem keyifli hem farklı bir çalışma biçimiydi bizim için. Biz genelde son 3-4 senedir çıkardığımız hemen hemen bütün oyunlarda canlı müzik kullanıyoruz. Bu da bizim için ayrı bir avantaj haline geliyor. Hem enstrüman çalan hem canlı şarkı söyleyebilen bir ekibin olması işi biraz daha keyiflendiriyor açıkçası.

Pelin: Biz oyunda biraz brechtyen bir hava soluduk. Oyunculuklardan da bahsederken soralım, bu oyunculuk biçimi AST’ın çizgisiyle mi ilgili?

Mahir İpek: Evet, kesinlikle öyle bir hava var. AST’ın çizgisinden ziyade hocanın bu metne dair genel reji tavrı buydu zaten, ona uyum sağlandı.

Pelin: Bu tiyatronun çizgisiyle gerçekten bağdaşmış bu tavır.

Mahir İpek: Tabi, zaten Yücel Erten oyunu açık biçimde korumak istediği için, oyunda yabancılaştırmaların olduğu, zaman zaman oyundan çıkıp kendimiz olduğumuz anlar var. İşi keyifli kılan da o. Bu açık biçimi inandırıcı kılmak lazım. Oyundan çıkıp Mahir’e döndüğümüzde ya da hata yaptığımızda o hatanın o anda gerçekten oluyormuş gibi yansıtılması gerekli. Oyundaki brechtyen havanın içerisinde de katmanlar mevcut. Direkt oyunu kesip brechtyen bir tarz kullanan bir reji biçimi var ama bunun içerisinde de yine başka katmanlar da var. Oyuncunun ya da ekibin kendisiyle dalga geçme hali mesela. Biraz zor ama daha keyifli kılan bir tarafı var.

Ece: Oyunun böyle olmasını seyirci de çok sevdi.

Hakan Güven: Seyirci için de sıcak bir ortam, samimi bir oyun oluyor. Rejisör öyle düşündüğü için biraz daha kolay oldu bizim açımızdan. Her oyunda deneyemezsiniz bunu, duvara da toslayabilirsiniz çünkü. Oyunun tarzı biraz da bunu getirdiği için, seyirciyle de alış veriş, bire bir diyalog halinde olmak, seyircilerin şarkılara katılmaları önemli şeyler. Bunları her oyunda sağlamak mümkün değil. Bu oyunun şansı öyleydi. Biz de çok keyif alıyoruz.

Pelin: Seyirci de yakalanmak istiyormuş, biz öyle hissettik oyunda.   

Hakan Güven: Yakalanmak istiyor, doğru söylüyorsunuz. İnsanlar katılmak istiyor.

Mahir İpek: Evet çok önemli. Bu oyunun büyüsü biraz da burada. Seyircide “ne kadar basit bir şey, ben de çıkar yaparım” duygusunu uyandırabiliyorsanız, bu, başarılısınız anlamına geliyor. Seyirci bu coşkuya kapılıyor. Özellikle bu tarz oyunlarda o yalınlığı, o sadeliği getirdiğiniz zaman oyunun başarısı olur. Oyunun başarı kıstası odur.

Hakan Güven: “Rol kesmiyorsunuz” yani. Nasıl ki şu an sohbet ediyoruz en doğal biçimde, orada da bu var. Tabi ki rol yapıyorsunuz ama teatral anlamda olmuyor, daha sıcak oluyor, seyirciyle aranızda doğal bir bağ var bu noktada.

Pelin: Evet hissediliyor bu. Mesela biz oyunda ”bela” sözcüğünün söylenişiyle dalga geçişinizi çok sevdik. Bu kısım provalarda mı ortaya çıktı, orijinal metinde geçiyor muydu?

Mahir İpek: Orijinal metinde yoktu, provalarda ortaya çıktı.


Pelin: Son olarak, AST “Godot’yu Beklerken” gibi bir oyunla başlamış bir tiyatro. Geleceğe dönük planlarınızdan bize biraz bahseder misiniz? Önümüzdeki yıllarda AST neler yapmayı planlıyor?

Hakan Güven: Anılarda öyle anlatırlardı ağabeyler… İlk oyun Godot’yu Beklerken. Seyirci sayısı 6 kişi. Asaf Bey “tamam, biz bu işi başardık” demiş. 6 kişi gelmiş buraya, bu salona, ilk oyuna…
            Bizim gelecek için çok oyun oynamamız, iyi üretim yapmamız gerekiyor. Ankara Sanat, ekip üzerine kurulu olma özelliği olan bir tiyatro, Türkiye’deki tiyatroların yarısından çoğu isim üzerinedir. Ekip üzerine kurulan tiyatrolar da vardır mutlaka ama bunlar da yine isim üzerinden anılırlar. Belki de Türkiye’de tektir “AST’ın oyununa gidiyorum” demek.

Mahir İpek: Türkiye’de sanata duyulan ihtiyacın sırası sıkıntılı bir durum. İnsanlar temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor.
Ekonomik durumlar muhakkak sıkıntılı. Ama bu ülkede 60’lı 70’li yıllarda Ankara’da 15’in üzerinde özel tiyatro vardı. Şimdi bir tane Ankara Sanat Tiyatrosu kaldı. Ama o yıllarda o salonların hepsi doluymuş. Ekonomisi yine daha iyi değildi ülkenin. Hatta belki daha kötüydü bilmiyorum. Ama sosyal bilinç o zaman daha fazlaydı. O yıllardaki tartma, bakış daha olgundu, onu görüyorsun.
Bir de ben televizyonun popülaritesinin avantaja çevrilmesi gerektiğini düşünüyorum. Televizyonda iş yapıyoruz. Bu sizi daha popüler yapıyor, dışarıdaki insanlar tarafından daha fazla tanınıyorsunuz. Siz sokaktaki TV izleyicisiyle aranızdaki bu ortak enerjiyi salonlara yönlendirebilirseniz bu tiyatro için çok ciddi bir avantaj haline gelebilir. “Ben televizyonda çalışayım, para kazanayım, başka bir şey yapmayayım” düşüncesi meslekten gelen insanlar için, tiyatrodan gelmiş insanlar için yazık diye düşünüyorum ben.
Tiyatrolar için talihsiz bir durum ismin tiyatronun önüne geçmesi. Ama burada hiçbir zaman böyle bir şey olmadı. 50 yıldır Ankara Sanat Tiyatrosu var. İnsanlar geldi, insanlar gitti. 1000’in üzerinde oyuncu, yönetmen, yazar, dekoratör, müzisyen… Hepsi gitti, geri geldi, gitti tekrar gelmedi ama o marka, o isim 50 senedir var işte. Umarım bir 50 sene daha gider. 

Ece: Daha da uzun süre gider.

Pelin: Umarız gider, evet. Çok teşekkür ederiz güzel sohbetiniz için. Daha nice seneler diliyoruz AST’a. :)







OTOMATİK PİKAP’TAN HAFTANIN HİKAYESİ: POLLY


            Ekim ayından beri her cuma saatler 18.00'i vurduğunda şarkıların hayat hikayeleri, Otomatik Pikap'ta Radyo Hacettepe dinleyicileriyle buluşuyor. :) Bu hafta Pikap'ı kaçıranlar ve hikayeleri bir kez daha duymak isteyenler için hikayelerimizden birini blogumuza taşıyalım istedik.
            Şarkımız, Nirvana’nın 1991 çıkışlı Nevermind albümünde yayınladığı Polly. Parça, Kurt Cobain'in bir gün gazetede okuduğu bir haber üzerine yazılır. Şarkıda "Polly" olarak bahsedilen kişi, 14 yaşında, kaçırılıp işkence ve tecavüze uğrayan küçük bir kız çocuğudur. Şarkı, sözlerinde "Polly"nin nasıl işkence gördüğünü anlatır.
Olay, 1987 yılının Ağustos ayında gerçekleşir. Polly, bir konser çıkışı eve dönmek için Gerald Arthur Friend'in arabasına biner. Friend, Polly'yi alıkoyar ve onu yaşadığı yere götürür. Saldırıdan sonra Arthur Friend yakıt almak için bir benzin istasyonunda durduğunda, Polly Friend'in elinden kaçmayı başarır. Gerald Arthur Friend yakalanır ve hapse mahkum edilir. Friend, 27 yıl öncesinde de benzer bir suçtan yargılanmış ancak sonrasında serbest kalmıştır. Olay, gazetelerde yayınlanır. Ve Kurt Cobain gazetesini okurken bu haberle karşılaşır, ortaya bu beste çıkar.



Grup, parçanın Nevermind albümünde yayınlanmasından önce de şarkıyı cinsel istismar mağdurları adına düzenlenen yardım konserlerinde çalar. Şarkı başlangıçta “Hitchiker”, yani “otostopçu” ve “Craker” olarak adlandırılır, son haliyse Polly’ye dönüşür. Bob Dylansa, şarkıyı dinlediğinde Kurt Cobain için “bu çocuğun kalbi var” demiştir.
Otomatik Pikap’ta bu hafta şarkıda “Polly”nin hikayesinden bahsetmiştik. “Polly” olarak adlandırılan bu kişiyi Nirvana sayesinde andığımızı söyledik, ancak bu kızın hayatının devamında neler yaşadığını, neler hissettiğini pek bilmiyoruz. Bu noktada, müzik dünyasında önemli yer edinmiş iki kadından bahsedelim istedim: Biri, henüz 12 yaşındayken tecavüze uğrayan, kendi ifadeleriyle ruh halini bununla örtüştürebileceğimiz Fiona Apple. Apple, olayın kendisinde yarattığı hisleri Sullen Girl şarkısında anlatıyor. Şarkı, Apple’ın ilk albümü Tidal’dan.
Bahsetmek istediğim ikinci kadınsa, henüz bu kadar ünlü olmasından önce, bir performans çıkışı hayranı olduğunu söyleyen kişinin yine işkence ve tecavüzüne uğrayan, olayın yarattığı travmayla tüm mağdurlar gibi tüm hayatı değişen Tori Amos. Amos, bu olayın ardından yıllarca sessiz kalmıştır. Ancak sonrasında “Me And A Gun” şarkısını yazar ve hissettiklerini burada anlatır. Me And A Gun, Amos’ın konserlerinde transa girerek söylediği ve kaydında hiçbir çalgı kullanmadığı bir şarkıdır. Tüm içtenliğiyle, o ana tekrar tekrar dönerek, tüyler ürpertici bir şekilde söyler Tori “Me And A Gun”ı. Müzisyen, şarkıyı söylemenin kendisi için gerçekten yorucu olduğunu söyler. “Ama”, diye devam eder sözlerine, “hakkında konuşulmayan o kadar çok şey var ki…” Ve sonrasında Tori Amos, RAINN (Rape Abuse and Insest) adını verdiği organizasyonu kurar. Sessiz kalmamak ve yardım eli uzatmak adına…
Bu insanlar, dünyada insanların başkalarının hayatını umursamadan yaptığı pek çok şeyden birinin kurbanı. Ancak yaşananlar hiçbir zaman unutulmasa da, insanların hayatına devam edebildiği o noktada ortaya büyük eserler de çıkıyor. Hatırlanması gerekense, bizim toplumumuz için mağdur edileni değil, mağdur edeni yargılamak ve hiçbir koşulda sesiz kalmamak… Bir sonraki hikayemizde görüşmek üzere…

                                                                                        Özen Pelin DURAN